Peren Birsaygılı Mut / Yazar
Bay Adonis,
Neden bilmiyorum, size bu satırları yazmak için bilgisayarımı açtığımda, aklıma bir anda Octavia Paz’ın sözleri düşüverdi. Uzun seneler önce duymuştum. “Viva Mexico, Hijos La Chingada”. Meksikalıların meşhur sloganıydı bu ve ben anlamını ilk kez onun bir kitabında okumuştum. Anlamı şuydu; “Yaşasın Meksikalılar…. Irzına geçilmiş annenin oğulları…” Hem İspanyol, hem de yerli kanına sahip olan bir melezdi Octavia Paz. Ancak sömürgeci İspanyol atalarından gelen kanı değil de, yerli tarafı ağır basıyordu. Irzına geçilmiş annenin oğullarından birisi olarak görüyordu kendisini. Yerlileri düşünüyor, onlar için dertleniyor, onlar için yazıyordu. Ve onun bu tavrı bana çok soylu ve bilgece gelmişti.
Şimdi size neden durup dururken Octavia Paz’dan bahsettiğimi merak edeceksiniz belki. Mektubumun başında da söylediğim gibi, eski bir dostla beklenmedik şekilde sokak ortasında karşılaşmak gibi, bir anda aklıma geldi sadece. Her neyse, lafı fazla uzatmadan, size kendimi tanıtmama izin verin. Ben İzmir’liyim, Bay Adonis. Geçtiğimiz günlerde size verilen “Onur Ödülü”nü almak için ziyaret ettiniz, şehrime sanırım daha önceki senelerde de gelmişsiniz. Doğup büyüdüğüm yerlerde çekilmiş bazı fotoğraflarınızı görmüştüm. Bazı fotoğraflarda, İzmir’in tarihi sokaklarında, bazılarında ise Ege Denizi kenarında duruyordunuz.
Benim gibi, çocukluğu ve gençliği Ege kıyılarında geçen herkes en az bir kere şahit olmuştur, Yunan adalarına geçmek için bindikleri teknenin batması sonucu hayatını kaybeden mültecilerin hikâyesine. Kendi gözleri ile görmese dahi haberini işitmiştir mutlaka çarşıda pazarda. Mültecileri kaçıran çetelerin olduğu anlatılıyordu biz çocukken. Genelde geceleri yapıyorlardı bu işleri. İyice karanlık bastırdıktan ve el ayak çekildikten sonra, hayalet gibi saklandıkları yerden ortaya çıkarak, gözlerini kırpmadan ölüme gönderiyorlardı biçare insanları.
POZ VERDİĞİNİZ SAHİLE VURAN BEBEK SİZİN İNSANINIZDI
Doğup büyüdüğüm şehre geldiğinizi gördüğümde, bunları hatırladım yine. Ama en çok da kimi düşündüm biliyor musunuz? Ah keşke, bu zavallı yavruyu böyle göreceğimize ölseydik daha iyi diye günlerce ardından gözyaşı döktüğümüz Aylan bebeği… Sizin yüzünüzde kocaman bir tebessümle dolaştığınız o deniz kıyısında, dalgalar bize Aylan bebeğin cansız bedenini getirmişti çünkü. Ben Aylan bebeğin cansız bedeninin kıyıya vurduğunu kendi gözlerimle görmedim ancak gözümle gördüğüm bir şeyi de anlatabilirim. 2014 senesinin yaz aylarıydı. Güneş batmak üzere olduğu için, gündüzleri tıklım tıklım olan sahil, epey sakinleşmişti. Kuzenim ve ben, hem batan güneşin tadını çıkarmak, hem de ayaklarımızı denize sokarak kitap okumak için, deniz kenarında biraz daha oturmaya karar vermiştik. Okuduğum kitaba dalmıştım ki, kuzenim beni dürttü ve şöyle söyledi; “Peren, denizde bir şey var. Bir karaltı var. Bir adam var. Dalgalar onu bize doğru getiriyor.” Bu cesareti kendimizde nasıl bulduk bilmiyorum ancak koşarak denize girdik ve adama doğru yüzdük. Öldüğünü anlamamıştık, yüzme bilmediğini ve boğulmak üzere olduğunu düşünmüştük önce. Ancak adam ölmüştü. Hem de jandarmanın söylediğine göre, öleli en az 3 gün olmuştu. Sizin yüzünüzde tebessümle önünde poz verdiğiniz sahilde biz bir cesede dokunduk, Bay Adonis. Genç bir adamdı. Ve o sahilin kenarına, bir daha aylar boyunca gidemedik. Üstelik, sadece 1 kişi de değildi hayatını kaybeden. Ardından bir kişinin cesedi daha kıyıya vurmuştu. Bu kez daha yaşlı bir adamdı, saçları bembeyazdı. Mülteci teknesi batmış, bazılarının izine bir daha asla rastlanamamış, bazılarını da dalgalar bize getirmişti. Hepsi Suriyeli idi. Biliyor musunuz? Biz isimlerini, nereli olduklarını bilmediğimiz bu insanların hikayeleri üzerine hala düşünmeye devam ediyoruz. Acaba güzeller güzeli Şam şehrinden miydiler? Yoksa ‘Halep’li miydiler? Nereli olduklarını siz biliyor musunuz?
HALKINIZIN ÇEKTİĞİ ACILARA DAİR BİR HİKAYENİZ VAR MI?
Bay Adonis,
Size anlatabileceğimiz öyle çok hikaye var ki. Gerçek insanların, yani sizin ülkenizin yerlilerinin hikayeleri. Bir tespihin taneleri gibi etrafa saçılan insanların. Derme çatma gecekonduların kapısından kocaman gözlerle bize bakan kız çocuklarının, her rüzgarda yerinden oynayan çadırların önünde çamurlar içerisinde top oynayan güzel oğlanların, sonra evlatlarını kendi elleriyle toprağa gömen acılı anne babaların… Peki, sizin bize anlatacağınız hangi hikayeler var? Halkınızın çektiği acılara dair kaç tane hikayeniz var, bize anlatmak istediğiniz?
Siz bize insanınızın hikayesini değil, zihninizde belli kalıplara sokarak öfke kustuğunuz kitleleri anlatıyorsunuz. Kendi halkınızı bu şekilde kategorize ederek, gösteriyorsunuz dünyaya. Onlara yakıştırdığınız sıfatlardan birisi camiden çıkanlar. “Camiden çıkanlar”, “Camiden çıkan hiçbir harekete inanmam”.
Gelin sizinle tarihte kısa bir gezinti yapalım. 90 sene öncesinin Hayfa şehrine, İstiklal Camii’ne gidelim önce. Kürsüde vaaz veren o şerefli adamı görüyor musunuz? Üstelik bu adam da, tıpkı sizin gibi Jabla bölgesinden. Filistin’deki isyanın lideri Şeyh İzzeddin El Kassam’dan bahsediyorum. Topraksız bırakılmış köylülerin, evleri elinden alınan kadın ve erkeklerin haysiyetini korumak için canını feda eden Şehid İzzeddin… Şimdi Cezayir’e gitmeye ne dersiniz? Fransızlara karşı direnişin büyük kumandanı, din adamı Emir Abdülkadir el-Cezayiri… Atının üzerinde nasıl da heybetli, karşısına çıkan Fransız sömürge askerlerini nasıl da titretiyor korkudan… Libya’ya da gitmemiz lazım mutlaka… Şeyh Senusi ve Ömer Muhtar’ı göstermek istiyorum size. Bakın önce camiden çıkıyorlar, ardından korkusuzca ölüme meydan okuyorlar… Güney Afrika’da ırkçılığa karşı mücadelenin sembol isimlerinden İmam Abdullah Harun’u tanıyor musunuz? Ruslara karşı savaşan Şeyh Şamil’i duydunuz mu hiç? “Kafkas Kartalı”mızdır o bizim. Emperyalizme karşı mücadelede bu isimler size bir şey hatırlatıyor mu, acaba? Ayrıca ülkenizdeki onlarca cami, zalim Esad tarafından bombalanırken, “camiden çıkanları” günahkar ilan ederek, onunla aynı safa düşmüyor musunuz, Bay Adonis?
CAMİDEN ÇIKAN İNSANLARA BU BÜYÜK ÖFKENİZ NEDEN?
Max Scheller’in meşhur kitabı “Hınç”ta okuduğum birşeyi anlatmak istiyorum size. Max Scheller, kitapta 1912 senesinde Berlin yakınlarında işlenmiş bir suça dair çok çarpıcı bir örnek veriyor. Kimliği belirsiz birileri, yolun iki yanındaki ağaçların arasına gelip geçenlerin kafası kopsun diye görünmez bir tel çekmişler. Artık kime denk gelirse onun kellesi gidecekti… Berlin’deki o adamlara bunu neden yaptıklarını asla soramadık. Ancak size sorabilirim. Siz neden Suriye’deki camilerin arasına çekilen o görünmez tellerin ucundan tuttunuz? Bunu neden yaptınız? Camiden çıkan insanlara karşı bu büyük öfkenizin sebebi nedir? Eğer itirazınız dini hareketlereyse, Haşdi Şabi ya da Hizbullah aleyhine neden tek söz etmediniz şimdiye kadar? 4-5 sene önce, bir Lübnan ziyaretiniz esnasında, Esad rejiminin Lübnan büyükelçisi olan adamla, birbirinize sarılırken olan bir fotoğrafınızı görmüştüm. Bir sürü katliamın ortağı olan birisinin yanında neden bu denli mutlu görünüyordunuz bilmiyorum ama o adamı görünce aklıma Bertrand Russell’in sözü gelmişti. Şöyle diyordu Russell; Hey Lordum. Bunca gücü elde etmek için, ne bedel ödediniz? Dini hareketlere yönelik eleştirilerizi, keşke bu ziyaretiniz esnasında, oradaki Hizbullah ya da Haşdi Şabi temsilcilerine de dile getirseydiniz.
Ayrıca Suriye muhalefetini “camiden çıkanlar” diye kategorize ederek, neden aklımızı bu kadar küçümsüyorsunuz, Bay Adonis? Sizin söylediğinizin aksine, biz Suriye’de zulme karşı sesini yükselten pek çok farklı insan tanıyoruz. İçlerinde Sosyalistler, Hristiyanlar, Dürziler ve Aleviler de var. Bazılarını tanıdığınıza eminim. Birlikte zaman geçirdiniz belki, belki de birlikte seyahat ettiniz eskiden… Onların senelerdir süren mücadelesinin en yakın şahitlerinden biriyken, neden seslerini duymadınız. Onlar da mı “camiden çıkanlar” grubuna dahildiler?
Halkınızı kategorize ederken kullandığınız başka bir tabir de “paralı askerler”di. Aslında sözünüzün tamamı şu şekildeydi; Bugün Suriye’de yaşananlar, bazılarının dediği gibi devrim olamaz, devrim fikrine hakarettir. Hepsi paralı askerler…
Yani, muhalefetin Amerikan emperyalizmi tarafından kullanılan paralı askerlerden oluştuğunu söylüyordunuz. Bunun üzerine muhakkak size birkaç şey sormam gerekiyor. Öncelikle Suriye’deki muhalefeti, Amerikan emperyalizminin Suriye’deki halk hareketini baltalamak için kullandığı ve İslam’la alakası olmayan sözde cihatçı örgütlerden ibaret olarak gösteriyorsunuz sadece. Bu cihatçı örgütlerin üyelerinin en bazılarının, Esad tarafından hapishanelerden salındığını –ki bu esnada binlerce kadın ve erkek hapishanelerde öldürülüyordu- ve yaptıkları herşeyin sonuç olarak Esad’ın işine geldiğini neden söylemiyorsunuz? Ayrıca madem paralı askerlerden bahsediyoruz, şunu da söylememe izin verin. Suriye halkına karşı savaşmak üzere, Irak, İran ya da Lübnan gelen o kana susamış adamlardan neden bahsetmiyorsunuz? Suriye’de masum halka karşı onca katliam yaptıktan sonra, ücretlerini alan, hiçbirşey yokmuş gibi normal hayatlarına geri dönen ve bir süre dinlendikten sonra tekrar Suriye’ye gelen o adamlardan. Gerçek paralı asker onlar değil mi? Onlar için neden tek bir sözünüz yok? Ayrıca dünyada bir tek Amerikan emperyalizmi yok. Neden sürekli Amerikan emperyalizminden bahsediyorsunuz ancak Rus emperyalizmine dair hiç konuşmuyorsunuz?
BİZİ TARTTIĞINIZ TERAZİNİN SAHİBİ HANGİ TÜCCAR?
Bay Adonis,
Herşeyin merkezine koyduğunuz saplantılı ve adeta bir din gibi gördüğünüz bu “laiklik” takıntınız…İnsanları kategorize ederken, en temel motivasyonunuz bu oldu daima. Ancak burada şöyle bir sorun var. Eğer bir ülkede insanlar din adına eziyet görüyorsa, buna karşı sesimizi yükseltiriz. Allah adına katlediliyorsa, özgürlüklerden mahrum ediliyorsa, buna itiraz etmek hepimizin namus borcudur. Ancak sizin ülkenizdeki insanlar, zaten 50 senedir laiklik söylemini dilinden düşürmeyen ve Alevileri de kullanarak, onları cani bir azınlık haline getirmeye çalışan bir Nusayri çetesi tarafından eziyet görüyor. O halde, neden insanlarınızı dövdükleri sopayı, kurtuluş çaresi olarak sunuyorsunuz? Neden sürekli laikliğe vurgu yaparak, hedef saptırıyorsunuz? Neden sürekli topu taca atıyorsunuz? Hz Ali der ki; Zalimler iki türlüdür. Birincisi zulmedenler, ikincisi zulme rıza gösterenler. Neden bir zamanlar ülkenizi işgal eden Fransızların icadı laiklik gibi kavramların arkasına sığınarak, zulme rıza gösterenlerden oluyorsunuz?
Siz, bizi terazinin bir kefesine koyarak tartıyorsunuz sürekli. Bizi tarttığınız terazinin sahibi hangi tüccar, Bay Adonis? Bu sorunun cevabını bize değil ama kendi vicdanınıza verirsiniz umarım bir gün. Ancak biz o terazinin kefesine sığmayacak kadar kalabalığız şu anda. Bunu göremiyor musunuz? Yüzlerce yıldır, antik çağlardan bu yana, bir sürü büyük deneyim yaşadık. Yendik, yenildik, aşık olduk, öfkelendik, güldük ve ağladık hep birlikte. Çok yara aldık, birbirimizin yaralarını sardık. Şiirler okuduk, türküler söyledik. Sadece “insan” olduğumuz için sevdik birbirimizi. Birbirimizin milliyetine, inancına ya da mezhebine bakmadan sevdik.
Max Horkheimer’in çok sevdiğim bir sözü var. Diyor ki; Evlerin pencerelerini açabilen tek bir rüzgar vardır; Ortak Keder. Bizler, birbirimizin pencelerini açtık, şarkılar söyledik o pencerelerin önünde. İçerisine bir sürü soğuk kavramın boca edildiği ezberlenmiş metinlerle çıkmadık insanların karşısına. Sesimiz titredi konuşurken, heyecanımızı gizlemek için sakinleştirmeye çalıştık birbirimizi. Sizin kadar büyük sözler edemedik şiir hakkında ancak bizim için şiir birbirimizin gözlerinde gördüğümüz o ışıktı. Zulme karşı sesini yükseltmekti en güzel şiir.
Biz “camiden çıkanlar, paralı askerler, laiklik düşmanları”…. Birbirimizin ellerini tutarken, siz doğup büyüdüğüm şehirden geldiniz geçtiniz. Ülkemizde 4 milyon Suriyeli yaşıyor. Ancak siz, bir Suriyeli yetimin başını okşamadan, eşini kaybetmiş bir Suriyeli kadına gözyaşlarını silmesi için mendil uzatmadan, Suriyeli bir gence nasıl olduğunu sormadan gittiniz.
Onlarin katilleri ile kucaklaşırken, neden onlardan bir selamı esirgediniz? Onları neden sevmediniz, bizi neden sevmediniz, Bay Adonis?