Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Rektörü
Sultan II. Abdülhamid, 31 Ağustos 1876’da tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu askeri, ekonomik ve siyasi olarak büyük krizler içindeydi. Amcası Sultan Abdulaziz’in katli ve özellikle Balkanlar'daki isyanlar ve savaşlar devleti zor durumda bırakmıştı. Rusya’nın bu durumu fırsat bilerek “Şark meselesi”nde etkisini artırma isteği, Düyun-u Umumiye ilanına giden mali sıkıntılar ve Avrupa’daki olumsuz kamuoyu, Osmanlı Devleti için beka sorunu, Boğaz’ın Hasta Adamı iddialarına varacak kadar ciddi tehditler oluşturuyordu.
II. Abdülhamid, tahta geçtiği ilk günlerde çeşitli jestler yaparak halk ve ordunun desteğini kazanmaya çalıştı. Bunlar arasında askerlerle ve mâbeyin personeliyle yemek yemek, milli birlik vurgusu yapmak, hastanedeki yaralıları ziyaret etmek ve camilerde namaz kılmak gibi eylemler bulunmaktaydı. Bu jestler karşılık buldu ve moral düzelmesine yol açtı. Ancak, hükümet ile padişah arasında bazı anlaşmazlıkların yaşanması iç huzursuzlukları artırdı. Bununla birlikte, anayasal bir düzen oluşturma çabaları da devam etti. Midhat Paşa sadrazam olarak atandı. İngiltere'nin önerisi üzerine büyük devlet temsilcileriyle İstanbul Konferansı toplandı. 23 Aralık 1876’da Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kânûn-ı Esâsî ilan edildi.
İSTENMEYEN SAVAŞ: 93 HARBİ
II. Abdülhamid tahta geçtikten sonra, Batılı devletlerin aşırı isteklerini engellemek amacıyla hızla hazırlanan anayasa, İstanbul Konferansı’nın başlaması ile eş zamanlı olarak ferman şeklinde halka duyuruldu. Ancak Avrupa devletleri bu anayasayı ciddiye almadılar ve daha önce Rus elçiliğinde hazırladıkları ağır şartları Osmanlı hükümetine sundular. Padişahın emriyle toplanan Meclis-i Umûmî’de bu teklifler tüm üyelerin kararı ile reddedildi. Avrupalı büyükelçiler, yerlerine maslahatgüzarlar bırakarak İstanbul’dan ayrıldılar.
Midhat Paşa, İngiltere’ye, Kanun-i Esasi'nin yürürlüğe girmesi konusunda destek verildiği takdirde Avrupa devletleriyle anlaşabileceklerini belirtti. Ancak Paşa hakkında çıkan dedikodular II. Abdülhamid’i endişelendirdi. Hanedanlığı kaldırıp cumhuriyet kurmak fikrine sahip olduğuna dair söylentiler nedeniyle Midhat Paşa azledilip sürgüne gönderildi.
II. Abdülhamid, Midhat Paşa’yı sürgüne göndermesine rağmen, Paşa’nın kuruluşuna önderlik ettiği meşrutiyet sisteminden vazgeçmedi. Üç ay içinde yapılan seçimlerle açılan Meclis, farklı millet grupları arasında mücadele sahnesine dönüştü. Sonrasında da 1877’de çıkan ve 93 Harbi olarak bilinen savaş nedeniyle Padişah, 13 Şubat 1878’de anayasal yetkisini kullanarak Meclisi tatil etti. Bu süreçte II. Abdülhamid, resmi olarak meşrutiyet ve anayasadan vazgeçmediğini belirtti, ancak devlet idaresini elinde topladı. 3 Mart 1878’de Rusya ile Ayastefanos Antlaşması imzalandı.
İngiltere Avrupalı güçlerin desteğini aldıktan sonra, kendi dünya politikasına da aykırı gördüğü Ayastefanos Antlaşması’nı kaldırmak istedi. Bu yüzden, Paris Antlaşması’nı ihlal ettiği gerekçesiyle yeni bir barış anlaşması yapılmasını istedi. Berlin Konferansı’nın ön görüşmelerinin yapıldığı dönemde İngiltere gizlice Rusya ile uzlaşma sağladı. İngiltere, Berlin Konferansı'nda Osmanlı Devleti'ne yardım vaadiyle yeni tavizler aldı ve Kıbrıs'ın yönetimini geçici olarak ele geçirdi. II. Abdülhamid, bu antlaşmayı onaylamamak için direndi ancak İngilizler askeri tehditlerle baskı uyguladılar ve padişah Kıbrıs'ın hükümranlık haklarına zarar verilmeyeceğine dair bir belge alarak antlaşmayı onayladı.
İDAREYİ YILDIZ SARAYI’NDA TOPLADI
Berlin Konferansı’nda Osmanlı hükümeti diplomasi masasında da başarılı olamadı. Hakaret derecesinde muamele gördü, İngiltere ise vaat ettiği desteği vermekten kaçındı. Osmanlı pek çok toprak kaybına uğradığı gibi ağır bir harp tazminatına da razı olmak zorunda kaldı. Bu süreçte İngiltere'nin telkinleri ile Bosna-Hersek’in yönetimi Avusturya’ya devredildi. Almanya’nın teşviki ve İngiltere’nin ses çıkarmamasıyla Tunus (1881), Fransa tarafından işgal edildi. Ardından İngilizler 1882’de Mısır’ı işgal etti. 1885’te de Bulgarlar Doğu Rumeli vilayetini işgal ederek Osmanlı’nın Balkanlardaki hâkimiyetine yeni bir darbe vurdu.
II. Abdülhamid, devletin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü savunmakta zorlanan hükümet etme biçiminden büyük rahatsızlık duyuyordu. Mevcut bürokratik kadroların ve diplomatik misyonların iç ve dış politikada tutarlı bir politika izlemediğini düşünüyordu. Üst düzey memur ve diplomatlar birbirleriyle çekişmek ve yabancı mevkidaşlarının etkisinde kaldıklarından hükümet üyeleri özgün bir politika geliştirip uygulayamıyordu. Sultan Abdülhamid, özellikle dış politikada yaşanan yanlış tutumun devletin itibarını zedelediğini düşünüyordu. Bu nedenle idareyi Yıldız Sarayı'nda topladı ve birtakım sıkı tedbirler aldı.
II. Abdülhamid, ekonomik alanda öncelikle dış borçları temizlemeye çalıştı ve Avrupalı alacaklılarla anlaşma sağladı. Ancak bu süreçte Düyûn-u Umûmiyye bazı devlet gelirlerinin toplanmasına izin verilmesi, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarının yabancı şirketlere bırakılması gibi bazı tavizler verildi. Ayrıca ziraî üretimde düşüş yaşanması ve ekonomik bunalımın etkisiyle yatırımlar durdu. Bunun sonucunda da yabancı ülkelerin hükümetleri ve ticari amaç güden şirketler arasında kıyasıya bir rekabet ortaya çıktı.
KURTLARLA DANS
Prof. Dr. Cevdet Küçük Hocamızın tespit ettiği gibi Sultan Abdülhamid’in dış politikadaki başarısı, dünya politik gelişmelerini detaylı ve anlık takip etmek maksadıyla sarayda bir tür enformasyon üssü kurmasıyla başladı. Dış politikada ana hedef, imparatorluğun sulh içinde yaşam birlikteliğini sağlamaktı. Bu da Avrupa devletlerinin çıkar çatışmalarından faydalanarak büyük güçler arasındaki hassas dengeleri kullanmayı gerektiriyordu. II. Abdülhamid, İngiltere’nin etkisini kırmak için Rusya ile dostluk kurdu ve Fransa’yı Mısır meselesinde İngiltere’ye rakip olarak çıkardı. Büyük güçleri birbirine düşürmeyi temel strateji olarak benimsedi ve böylece Osmanlı Devleti’nin pozisyonunu güçlendirdi.
Dış tehlikelerle mücadelede, Müslüman tebaaya öncelik verme siyasetini benimsedi ve İngilizlerin Arap milliyetçiliği ve hilafet konularında yürüttüğü propagandalara Pan-İslamizm diye bilinen ancak doğrusu İslam Birliği (İttihad-ı İslam) politikası ile karşılık verdi. İslam birliğini sağlamak için dinî propagandaya başvurdu ve bu konuda dini örgütlenmelerin ve kabilelerin liderlerinden ve kanaat önderlerinden yararlandı. Onlara nişan ve madalyalar gönderdi, İstanbul’a davet ederek sembolik nitelikte de olsa da hilafet merkezine bütün Müslümanların bağlı olduğunu göstermeye çalıştı.
Ermeni meselesi konusunda kesinlikle taviz vermedi ve bu konuda Avrupa ve Rusya’nın bölücü talep ve faaliyetleri karşısında direndi. Güney ve Doğu Anadolu’da Hamidiye Alaylarını kurarak halkı, ayrılıkçı Ermeni terör örgütlerine karşı bilinçlendirip teşkilatlandırdı. Bu alaylar sayesinde 1915 yılındaki Ermeni saldırılarına karşı bölge halkı ve özellikle Kürtler ayakta kalabildi. Filistin meselesinde de Siyonistlerin, parayla toprak talebi tekliflerini reddetti ve Yahudilerin Filistin’e yerleşmelerine engel oldu. Almanya’nın İslam ülkelerini işgal etmemesi, Ermeni meselesinde Türkiye’yi desteklemesi gibi sebeplerle Bağdat Demiryolu’nun inşasında Almanya’yı tercih etti. Padişahın dış politikası, devletin çıkarlarını korumak ve güçlendirmek için dengeli bir şekilde büyük güçler arasında manevra yapmayı amaçlayan akıllı bir strateji olarak değerlendirilmektedir.
II. Abdülhamid büyük güçler arasındaki rekabetin farkındaydı ve ülkenin toprak bütünlüğünü uzun süre koruyamayacağını düşünerek, diplomasi ve yumuşak güç unsurlarını kullanarak sıcak çatışmalardan kaçınıyordu. Bu nedenle, dış politikada zaman kazanmak ve ülkeyi sosyal ve ekonomik olarak güçlendirmek için Milli Eğitim ve öğretim politikasıyla gerçekçi ve milli reformlar yapmak istiyordu. Büyük ölçüde başarı da sağladı. İstiklal Harbi’ni kazanan kadro başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere onun kurduğu ve geliştirdiği okullarda yetişti.
KALKINMA POLİTİKALARI
Sultan Abdülhamid, eğitim, bayındırlık, tarım gibi alanlarda önemli gelişmeler sağladı. Onun döneminde eğitim alanında büyük adımlar atılarak modern eğitim kurumlarına önem verildi. Rüştiye, İdadi ve Yüksekokullar kuruldu ve öğrencilere yabancı dil öğretimi zorunlu hale getirildi. Sağlık alanında eğitim dili Türkçeye çevrildi, yeni hastaneler açılarak sosyal yardım alanında ciddi adımlar atıldı.
Ticaret, tarım ve sanayi alanlarına da neşter vuruldu. Ticaret odaları kuruldu, nüfus istatistikleri düzenli olarak tutulmaya başlandı, altyapı ve ulaşım projelerine ağırlık verildi. Kültür ve tarih alanında da çalışmalar yapıldı. Müzeler kuruldu, kütüphaneler zenginleştirildi, süreli yayın sayısında artışlar yaşandı.
II. Abdülhamid ilaveten Türklük şuurunu güçlendirmek için çaba gösterdi ve dünyadaki Türklerle yakından ilgilendi. Meşrutiyet yanlısı bir muhalefetin ortaya çıkması ve dış müdahalelerin artmasıyla karşı karşıya kalan padişah, 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan etti. Ancak, bu olay sonrasında imparatorluğun dağılması hızlandı ve Balkan devletlerinin bağımsızlığını ilan etmesiyle sorunlar daha da arttı.
BİR DEVRİN SONU
II. Meşrutiyet devrindeki ilk seçimler, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasındaki rekabete sahne oldu. Avrupa’dan yönelen dış müdahaleler bu süreci karmaşıklaştırdı. Müslüman Türk cephesini İttihat ve Terakki mensupları temsil ederken, diğer tarafta Ahrar Fırkası yer alıyordu. Rumlar, Yunanistan’ın teşvikleri ve Fener Patrikhanesi’nin yönlendirmesiyle en şiddetli mücadeleyi veren unsuru oluşturdu. Ancak, diğer etnik unsurlar da zamanla Türklere ve Müslümanlara karşı cephe aldılar.
17 Aralık 1908’de Sultan Abdülhamid tarafından Meclis açıldığında görüldü ki, Türk mebuslarının sayısı diğer unsurlardan azdı. Padişah korktuğu durumun gerçekleştiğine şahit oldu. İttihatçıların yürüttüğü suikastlar ve alaylı subayların ordudan çıkarılması gibi adımlar, iç huzursuzluğu artırdı ve muhalefeti güçlendirdi. Babıali Baskını ve 31 Mart Vakası olarak bilinen olaylar cereyan ettiğinde İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında toplanan muhalifler, halkı tahrik eden yayınlar yaparak İstanbul’da büyük bir ayaklanma başlattılar. 23-24 Nisan 1909 gecesi Selanik’ten yola çıkan Hareket Ordusu, İstanbul’da güvenliği sağladı. Bu olaylar sonucunda, İttihatçıların öncülüğünde II. Abdülhamid’in hal’ine karar verildi. Meclis-i Millî tarafından açıklanan ve Elmalılı Hamdi Efendi tarafından yazılan fetva ile tahttan indirilmesi kararlaştırıldı. Seçilen Heyet tarafından Meclisçe alınan hal kararı padişaha iletildi. Padişah Çırağan Sarayı'nda oturmak istemesine rağmen Mahmud Şevket Paşa tarafından Selanik’e gönderildi. Burada sade bir hayat yaşadı. Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti’ne karşı ittifak yapmalarıyla ilgili gelişmelerden haberdar olamadı. Alman savaş gemisiyle Selanik’ten İstanbul’a nakledildiğinde, hükümetin en nüfuzlu kişileri ondan fikir ve tavsiye almak istediğinde II. Abdülhamid, devletin savaşa girişinin yanlış olduğunu ve bu durumun sorumsuzluk olduğunu belirtti.
BÜYÜK PADİŞAHA BÜYÜK VEDA
Saltanatı boyunca içerde ve dışarda birçok özelliğiyle tanındı ve saygı gördü. Zekası, kararlılığı ve düzenli çalışma programıyla dikkat çeken II. Abdülhamid, devlet işlerini her şeyin üstünde tutar ve farklı görüşleri dinleyerek karar verirdi. Halifelik makamına yakışır bir kimse olarak nitelendirilen sultan, dindarlığı, hayırseverliği ve kan dökülmesine karşı olan tavrıyla biliniyordu. Yaklaşık 33 yıl süren saltanatında, Osmanlı Devleti’nin en yetkili ve en yetkin kişisi olarak, devleti bazılarına göre son gerçek padişah olarak yönetti.
II. Abdülhamid tahttan indikten sonra 8 yıl, 9 ay, 13 gün yaşadı. 10 Şubat 1918’de Beylerbeyi Sarayı’nda 75 yaşında vefat etti. Cenaze töreninde Sultan Mehmed Reşad dışında tüm devlet adamları ve hanedan üyeleri yer aldı. Sultan Reşad’ın iradesiyle, 11 Şubat günü Topkapı Sarayı’nda başlayan cenaze törenine İstanbul halkı büyük ilgi gösterdi. Tabutu dualar ve tekbirler eşliğinde, elden ele Divanyolu’ndaki II. Mahmud Türbesi'ne taşınarak, defnedildi.