Ayşe Çağlayan Medya – İletişim Uzmanı
İnternet ilk çıktığı dönemde iletişim ve ifade özgürlüğü açısından büyük bir devrim olarak nitelendirilmiş ve üzerine binlerce güzelleme yapılmıştı. Ülkemizde interneti tanıtan ilk yayınlar arasında yer alan 1995 tarihli 32. Gün programında şu ifadeler kullanılıyordu:
ÖZGÜRLÜK HAYALLERİNDEN ALGORİTMA DİKTATÖRLÜĞÜNE
Bu yayın esasında internetin henüz yeni bir teknoloji olduğu yıllardaki genel yargıların özeti niteliğinde ve oldukça iyi niyetli bir yaklaşım gösterilmiş. Bu yayından 26 yıl sonra, gelinen noktada artık dijital sistemlerden bahsederken “diktatörlük” kavramını daha sık kullanıyoruz.
“Öncelikle büyük verinin toplanması ve analiz edilmesi yoluyla başlıca kalıplar ve eğilimler ortaya çıkarılır ve bunlar bireylerin davranış ve tutumlarını etkilemek ve yönlendirmek için kullanılır. Algoritmik sistemler; yanılsamalı özgürlükler ve belirlenmiş tercihler üretirler. Bu da kritik bir irade sorununa, davranışın ve düşünmenin programlanması ve otomatikleşmesi sorununa yol açmaktadır. Bu açıdan algoritma diktatörlüğü, sosyolojiyi tümüyle tehdit etmektedir.”
ÇARKLARI “SIRADAN İNSAN” DÖNDÜRÜYOR
Yapay zekâ algoritmaları için içeriklerin; dini, kültürel, siyasi, sanatsal, eğlencelik ve hatta saçma sapan olmasının bir önemi yok. İçeriklerin zararlı veya faydalı olmasının da önemi yok. Dijital zeminde yalnızca etkileşim yoğunluğu önemli. Çünkü her kullanıcı, her içerik ve etkileşim; yeni veriler, yeni reklam verenler ve daha fazla gelir anlamına geliyor. Dolayısıyla veri temelli yeni küresel kapitalizmin ana kaynağı, başlıca metası ve çok yoğun bir mesai ile çalışan işçisi; sıradan insanın bizzat kendisi oluyor.
TRANSHÜMANİZMİN EŞİĞİNDE
Doç. Dr. Ahmet Dağ, İnsansız Dünya – Transhümanizm isimli kitabında dijitalleşmenin seküler epistemolojinin devamı niteliğinde ancak yeni ve keskin bir dönemeç olduğunu izah ediyor, sürecin insan zihnini ve bedenini tümüyle kontrol etmeyi hedefleyen transhümanizme doğru hızla ilerlediğini vurguluyor. Transhümanizmin, bilim ve teknolojiyi yüceleştiren, aşkın Tanrı’nın yersizliğine inanan ve ebedi ruha inanmayan seküler bir anlayışa sahip olsa da, dünya üzerinde ölümü dahi ortadan kaldıracak Tanrısal bir güç elde etme hedefinde olduğunu belirten Dağ, bunun teknolojide temellenen sahte bir yeni din projesi olduğunu ifade ediyor.
Marc Zuckerberg’in “Metaverse’in tanımlayıcı niteliği, bir mevcudiyet hissi olacaktır, sanki orada başka bir kişiyle veya başka bir yerdeymişsiniz gibi. Başka biriyle gerçekten var olmak, sosyal teknolojinin en büyük hayalidir. Bu yüzden bunu inşa etmeye odaklandık. Bu, ekranlarda daha fazla zaman geçirmekle ilgili değil; zaten geçirdiğimiz zamanı daha iyi hale getirmekle ilgili.” ifadeleri oldukça düşündürücü…
HAKİKATTEN KOPMADAN ÖNCEKİ SON ÇIKIŞ
Baudrillard’ın medyanın gerçeklik üzerindeki dezenformatif etkisini çarpıcı tespit ve öngörülerle ortaya koyduğu simülasyon kuramından baktığımızda, geldiğimiz noktanın oldukça trajik olduğunu söyleyebiliriz. Her manası ile “hakikatin” tümüyle yitirildiği bu süreçle ilgili can alıcı sorular ise şunlar: Metaverse evreninde insani nitelikleri, değerleri, sınırları ve kuralları kim, neye göre belirleyecek? Kullanıcılar zihinsel, duygusal, manevi ve psikolojik açıdan nasıl etkilenecek? Bu sanal evrenin gerçek hayata etkileri nasıl olacak?
Bu noktada, sürece ilişkin risklerin farkına varılması ve toplumu korumaya yönelik politikaların geliştirilmesi büyük önem ve aciliyet taşıyor. Yoksa yıllar yılı yaptığımız gibi meseleyi araçsal erişimden ibaret görüp, “aman teknolojiye ayak uyduralım” diyerek, VR başlık satma, alma ve dağıtma yarışına girersek, vay halimize…