Dr. Fatih Erbaş - Jeopolitika uzmanı
Türkiye Cumhuriyeti Devleti 24 Haziran seçimleri ile yeni bir döneme, yeni bir sistemle birlikte girdi. Osmanlı Devleti’nden sonra Türkiye 1920-24 yılları arasında Büyük Millet Meclis Hükümeti ile, 1924-46 arası Tek Partili sistemle, 1946 sonrası ise çok partili parlamenter sistemle yönetildi.
Bu arada, 1930’daki Serbest Cumhuriyet Fırkası ile çok partili sistem denemesi, 1946’da hileli seçim ile Tek Parti iktidarının dört sene daha sürdürülmesi, 1960, 1971, 1980, 1997, 2007 ve en son 15 Temmuz 2016’da darbe, muhtıra ve işgal girişimleri yaşandı.
Basit değişiklikler gibi görünen bu hadiseler bütününün her biri ve içinden geçilen dönemi bir güvenlik meselesi olarak da ortaya çıktı.
Değişen seçim sistemleri, yasaklanan partiler, geçersiz sayılan geçerli seçimler, yönetime layık görülmeyen unsurlar, istikrarsız yönetimler, değişen iktidarlar, koalisyonlar, terör, dış destekli iç olaylar, engellenen dış ticaret, savunma sistemlerinde dışa bağımlılığın getirdiği ambargolar ve etkileri, 95 senelik Türkiye Cumhuriyetini badirelerden badirelere sürükledi.
BATI’NIN TÜRKİYE’YE ÇİZDİĞİ KALIP
Bütün bu gelişmeler, bir devlete tehdidin sadece dış düşman olmadığının, bizatihi yönetim sisteminin dahi bir güvenlik sorunu olabileceğinin ispatı olarak ortaya çıktı.
Özelde Zbigniew Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” değerlendirmesinde, genelde tüm Batı düşüncesinde, Batı ile irtibatlı ama içinde olmayan, çok büyümemesi gereken, pek de ufalanmaması gereken, ne ileri, ne geri hareket edebilecek, gel deyince gelecek, git deyince gidecek bir Türkiye için mevcut sistem yeterli idi.
Batı Dünyası’nın düşünürleri tarafından ortaya konmuş bütün jeo-politik ve jeo-kültürel değerlendirmelerde kendisine benzer roller biçilen Türkiye, Akdeniz’in bekçisi, Batı medeniyetinin doğu sınırlarının tampon bölgesi, göçmenlerin Batı’ya akışının önündeki engel, İslam ülkeleri için öğretilmiş çaresizlik modeli olarak yeterli idi. Bundan ötesi ne Batı tarafından Türkiye için düşünülüyor, ne de Türkiye tarafından böylesine bir niyet izharı ortaya konuyordu.
Doğrusu, bir iki deneme yapılmadı değil. Adnan Menderes iktidarında, Süleyman Demirel iktidarının ilk döneminde, Turgut Özal iktidarında Türkiye kendince uygun olan yeni yollar aramaya girişti.
Bütün bu denemeler aynı şekilde ve benzer yöntemlerle bastırıldı. Kullanılan cebri yöntem “darbe” oldu. Politik yöntem ise “yoldan çıkan” hükümetin özgürlüklere karşı, “gerici” (!) mihrakların buluşma noktası ve yolsuzlukların merkezi olduğu şayialarının yayılması olarak ortaya çıktı.
Ülke içinde farklı mihraklar kullanılarak terör bir araç olarak kullanıldı. Bu ülkenin gençleri milliyetçi, devrimci, Kürtçü ve benzeri yaftalarla birbirleri ile çatıştırıldı, devlete karşı isyan ettirildiler. Bunun neticesi olarak on binler şehit oldu, millet zaman ve kaynak kaybetti.
Bütün bu hadiseler sürüp giderken, Türkiye hem ekonomik olarak ve hem de milli gücün diğer unsurları bakımından büyümeye devam etti. Gelinen noktada, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olan ve ilk on ekonomi gibi bir hedef ortaya koyan Türkiye mevcut, hassas dengeler üzerine kurulu ve manipülasyona açık eski sistemi ile yeni ufuklara yol alamayacağı bilinci ile, halkının da onayladığı yeni bir sisteme yelken açtı.
FETRET DÖNEMİ SONA ERİYOR
Artık Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile yoluna devam edecek.
Hızlı karar alma sistemi, azalan kurum kuruluş sayısı koordinasyon ve işbirliği engellerini azaltacak, üretim ve tüketim ihtiyaçlarının daha kolay tespit edilip, daha çabuk çareler bulunmasının yolunu açacak, bu da içerde istikrarlı bir Türkiye, dışarıda ise kendi imkanları ve/veya çeşitlendirilmiş kaynaklardan temin edilmiş imkanlarla ülke güvenliği daha kolay ve uzun süreli tesis edilebilecektir.
24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimlerinin sonuçları çok net biçimde, Türkiye’de 2007’den beri suni olarak yaşatılmaya çalışılan fetret devrini sona erdirmiştir. Bu sıkıntılı dönemde dahi büyüyen, etkisi artan Türkiye, son seçimlerle dış güçlerin ve onların işbirlikçilerinin gayretlerini akim bıraktı.
Düşünsenize 2007’den beri neler yaşadık. Bir hatırlayalım: 2007 internet yoluyla post modern darbe denemesi, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin kanunsuzca engellenmesi, 2008 küresel ekonomik krizi, FETÖ’nün devlet sistemini ele geçirme girişimi, MİT’e kumpas, Gezi Olayları, Halk Bankası hedefmiş gibi gösterilerek Türk ekonomisine darbe, İsrail ile kriz, dünya sermayesinin Türkiye aleyhtarı faaliyetleri, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin yalnız bırakılma girişimi, referandumlar, yerel seçimler, milletvekilliği seçimleri, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 15 Temmuz İşgal Girişimi, Suriye’den Türkiye’ye müteveccih göçler, Türkiye’nin güvenliği için El-Bab, Afrin ve Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirdiği operasyonlar ve daha neler neler… Bu hadiselerin çok az bir bölümü bir devleti krizden krize sürüklemeye yeter. Türkiye ise bu krizlerle pişe pişe gelişiyor.
JEOPOLİTİK KISKAÇ KIRILACAK
Fetret devrinin bitmesi ne anlama geliyor. Artık Türk devletinin idare mekanizması dış politika, ekonomi, kültür ve eğitime yönelecek. Bütün bu hususlardaki yükselişler, Türkiye’nin güvenliğini artırması neticesini doğuracak.
Türkiye, iç sorunlarına gömülmüşken sadece, bıçak kemiğe dayandığı için Suriye’nin kuzeyinin Türkiye’nin güvenliğine tehdit olmasının önüne geçecek tedbirleri uygulayabildi. Halbuki öte yandan, özellikle Doğu Akdeniz enerji kaynaklarından hareketle Türkiye jeopolitik bir kıskaca alınma durumu ile karşı karşıyadır. Mısır, İsrail, Yunanistan, ABD, AB ve onlarla dolaylı ilişkili olarak bir takım enerji kuruluşları Doğu Akdeniz’i ve bu havzadaki kaynakları Türkiye’ye kapatacak faaliyetler içine girdiler.
Bu çerçevede Türkiye, tıpkı Suriye’nin ve Irak’ın kuzeyinde yaptı gibi, Yozgat’ın, Eskişehir’in, Edirne’nin güvenliğini sağlayabilmek için Doğu Akdeniz’de siyasi, ekonomik ve askeri varlık göstermek zorundadır. Bu noktada iki önemli husus gündemde olacaktır: Kıbrıs’ın statüsü ve Doğu Akdeniz Enerji Mücadelesi.
Türkiye için Kıbrıs olmazsa olmazdır. İki sebepten dolayı; Kıbrıslı Türklerin bekası ve Türkiye’nin bekası. Türkiye BM, ABD, AB, İngiltere, Yunanistan ve başka kim varsa Kıbrıs’ta daimi varlığını açıklıkla ifade etmeli ve eylemlerini de buna göre tanzim etmelidir. Bütün dünya aşikar biçimde anlamalıdır ki, Kıbrıs’ta Rum Kesiminin hukuksuzca AB’ye üye yapılması dahil, o dönemden beri yapılan bütün hukuksuz uygulamaları Türkiye reddetmektedir ve bu uygulamalar sürdürülürse Türkiye Kıbrıs’a yönelik olarak tek taraflı tasarruflarda bulunacaktır. Askeri varlığımızın cesametinin korunması, siyasi ve iktisadi bağımlılığın artırılması bu türden faaliyetlerdir.
Öte yandan, Türkiye Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarındaki haklarını ilan etmek durumundadır. Behemahal Münhasır Ekonomik Bölge ilan edilmelidir. Meis adasının münhasır ekonomik bölgesinin olamayacağı ve tarafımızdan kabul edilmeyeceği her platformda ilan edilmelidir. Aksi takdirde Meis gibi bir küçük kara parçası tarafından koca Anadolu kıskaç altına alınmış olacaktır. Bu nedenle, AB başta olmak üzere bütün devlet, teşkilat ve sistemlerin ve onlara bağlı kuruluşların yayınladıkları teknik haritalardaki Türk deniz yetki alanlarının Anadolu ana kıtasının haklarını gasp edilmeyecek şekilde yayınlanması sağlanmalıdır.
Bunun dışında Türkiye, sondaj gemileri ile Doğu Akdeniz’de bir yandan enerji kaynakları araştırmaları yaparken, diğer yandan Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin haklarının bulunduğu Kıbrıs etrafındaki deniz yetki alanlarında başka ülkelerin araştırma yapmasına engel olmaya devam etmelidir. Bölgede etkili bir deniz kuvveti bulundurmaya devam etmek de Türkiye’nin yapmaya devam etmesi gereken hususlardandır.
ELİMİZ GÜÇLENDİ
Şunu bilmek lazımdır ki, Türkiye’nin yeni sistemi seçmiş olması üzerimizdeki baskıyı azaltacak değildir ancak Türkiye’nin NATO, AB ve bölge ülkelerine karşı elini güçlendirmiştir. Artık Türkiye’nin bölge ülkeleri ve Batı mekanizmaları ile ilişkilerinde daha güçlü bir duruş göstereceği dönem başlamıştır. Yeni dönem uluslararası kuruluşlar, örgütler ve devletleri Türkiye ile işbirliği içinde çalışmaya itecektir. Şu bilinmelidir ki, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin geri adım atacağı bir alan kalmamıştır.
Türkiye, diğer yandan ekonomi, kültür, eğitim ve diğer alanlarda da, yeni yönetim mekanizması ile büyük adımlar atacaktır. Bu hususlar başka bir alanın konusu olarak saklıdır.
Milli Savunma Bakanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetleri yeni dönemde, milli gücün önemli bir boyutu olarak dış politikanın tamamlayıcı bir unsuru olarak büyük rol oynayacaktır. Milli savunma sistemleri, güçlü silahlı kuvvetler, Türk dış politikasına büyük ve etkili bir manevra alanı sağlayacaktır. Bu manevra alanının en önemli görünür unsurları Türk Deniz Kuvvetleri ve yurt dışındaki mevcut ve müstakbel Türk askeri üsleri olacaktır. Türkiye bir medeniyetin bayraktarıdır. Dünyaya yeni bir model önerme potansiyelini bünyesinde barındıran Türk milleti bu yeni dönemde bölgesinde ve dünyada barışın, istikrarın ve adaletin temin edilmesini sağlayan bir büyük güç olarak var olacaktır. Bu önemli sorumluluk iç arızalarımızın giderilmesinin de yolunu açacaktır.
Bahsekonu adımlar, Türkiye’nin sınırlarının güvenliğini teminini kolaylaştıracaktır. Bu durum, artık Türkiye’nin güvenliğini sadece sınırlarını koruyarak sağlayacağı dönemleri tarihe bir kez daha gömmüş ve benzeri görüşlerinin önünü kesmiştir. Büyük Türkiye, büyük hedeflere yelken açmıştır, önü kesilemeyecektir.