Ahsen İlhan
Yazar - Sanat Tarihçisi
Onlar, hacimce ve mânâca dünyaya sığmıyorlar. Bu muhtevada birkaç yazı yazmış olan ben, şimdilerde Buralar Kimin adlı bir romanda, mülteci Yusuf’un kalbindeki dehşetli soruları cevaplamaya gayret ediyorum. Fakat hâlâ derdimin kalemce irtibatında, arzu ettiğim uzakları bulamıyorum.
Dünyaya sığmamanın birkaç türü var. Tahayyüllerin zorlanacağı bir dönemeçteyiz şimdi. Olağan düşünce formlarında, hiçbir kalıba sığmaz mevzunun bu kısmı. Çünkü şeklen ve hacimce dünyaya sığamamak mümkün değilse de; sığmadığı konusunda hemfikir olunan insanlar var. İşin ilginç tarafı, farklı statülerde, farklı adlandırmalarla anılıyorlar. Gittiği yerde yaşama ve kalma hakkı olanlara mülteci denirken; o statüye erişememiş ama ihtimal dâhilinde sayılanlara sığınmacı; zulüm endişesi taşımadan, yalnız yaşam şartlarını iyileştirme amacı taşıyarak ülke değişimi yapanlara da göçmen deniyor. Tabii bu sıfatlar her zaman gerçeği yansıtmıyor. Hem kişiye ve topluma göre sıfatların karşıladıkları değişiyor hem de bazen gerçekten zulüm nedeniyle başka bir ülkeye göç edenlere mülteci olma hakkı tanınmıyor. Bütün bu literatür, her şeyin kitaba uygun olduğu yanılgısını verse de; reelde işler çok başka yürüyor. Hatta dünya öyle bir hâl aldı ki; belli statülerin ve adlandırmaların gerektirdiği imtiyazlara çalım atabilme uğruna, çok daha sıra dışı adlandırmalar peydah ediliyor. Mesela mülteci olarak kabul ettiği kişi veya gruba vermek zorunda olduğu imtiyazı es geçebilmek isteyenlerce “yerinden edilmiş kişiler” gibi virajlı tamlamalar üretilmiş.
DOĞAL BİR SÜRECİ ZOR BİR DENKLEME ÇEVİRDİLER
Peki, daha gerçekçi bakalım; dünyaya sığmayan insanların içine düştükleri bu keşmekeşe. Ne kadar gerçekçi olmak mümkünse artık… Evvela ülkemin bu süreçteki gayretli ve insanî adımlarından duyduğum gururu ve memnuniyeti, bütün aksi istikametteki mübalağalı suçlamalara rağmen, ısrarla dile getirmek istiyorum. En nihayetinde dünyanın el birliğiyle elini taşın altına koyduğu bir vasatta ‘mülteci/göçmen’ kavramları bir sorun olmaktan çıkacak, ülkelerin o geniş yaşam alanlarına sığmayan tek bir canlı kalmayacaktı. Fakat savaş ve zulümden kaçan insanlara sahip çıkanların resmi; Türkiye ve yanında birkaç ülke daha sayılacak olursa; bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar dar bir çerçeveye sığdırılmaya çalışılınca doğal olacak bu süreç, içinden çıkılması zor bir denklem hâlini aldı. Şu an mültecilerin en çok yaşadığı ülkeler (başta Türkiye) için istemsiz sonuçlardan bahsedebilirsek de bu, ne göç eden insanların ne de onlara sahip çıkanların suçudur. Bu, tamamen gövde büyütmede ustalaşmış Batı’nın ve ona yaranmakla varlığını sürdüren diğer pasif ülke yönetimlerinin suçudur.
Bu suç burada dursun. Gelelim işin uhrevî boyutuna... Ki her hususta bütün ilkesel ve ülkesel temayüllerin dışında, ondan çok daha güçlü ve geniş bir etkiyle, her zaman için İlahî yönlendirmeler aslolandır. Hicret kavramı zihnimizde Peygamberimizle birlikte yerini almıştır. Hicretin sebebi de zulmün ayyuka çıkması ve güven içinde yaşayabilmenin imkânsız hâle gelmesiydi. Bütün bunlar da öylesine yaşanmadı elbette. İlahî kurguda hiçbir şey, büyük anlamlardan âzâde bir şekilde gerçekleşmez. Peygamberimiz’in (sav) her bir adımı nasıl ki bir anlatımsa; her bir olumlu-olumsuz gelişme de ders almamız gereken hususlardır. Öyleyse hicret, onca kıymetli anlamının yanında, yeryüzünün tek sahibinin de Yaradan olduğunu anlatır. Buraya kadar olan kısmı Müslümanlar için geçerli. Ülke yönetimlerinin bu konudaki zaruri istikametleri de ancak zulme dönüşmedikçe kabul görebilir. Fakat olayı halktan insanlar için ele aldığımızda mültecilere yönelik nefreti büyütme eylemlerinin, evvela İslâmî olmadığına ve İslâm’a aykırı bir hareketin de insanî olmayacağına dikkat çekmek isterim.
MANADAN UZAKLAŞANLARIN İNSANLIĞI (!)
İslâmî gereklilikleri önem listesine almayan Batı ve Avrupa içinse işler çok daha güdüsel bir yüzeyde devam ediyor. Bazen din ve ırk ayrımı yaparak mültecileri kabul etme ya da etmeme yetkisini kullanan Batı, bazen de çıkarına en uygun olacak şekilde, ırk ve din ayrımına olan tutkusunu bile bir kenara bırakabiliyor. Son kararda kendi ırk ve dininden olanları dışlayabildiği gibi; işine yarayacak ama inancı ve kökeni çok aykırı insanları da kabul edebiliyor. Tabii kullanımına yetecek sayıda…
Dünyaya sığmamanın birkaç türü var demiştim. Bunlardan ilki tahayyülleri zorlayan şekliyle, hacimsel bir genişliğe sahip olmaktır. Fakat öyle bir genişlik, en kalabalık nüfuslarda bile geçerliliğini yitiriyor. Yeryüzü herkesi kavrayacak kadar geniş bir yüzölçümüne ve oldukça yüksek bir atmosfere sahip. Diğer bir taşma sebebi de; insanların ‘anlamıyla’ dünyaya sığamaması… İşte bu sığamayanların değil, sığdıramayanların anlamdan uzak bir ömür sürmesinden ileri geliyor. Bu kısa eleştiri notlarını buraya bırakırken; asla tamamlayamayacağım bu anlatımı; bir ayetle güçlendirmek muradındayım:
“Bilesiniz ki göklerin de yerin de hükümranlığı Allah’ındır. Yaşatan O’dur, öldüren O’dur.” (Tevbe/116.)