Doğu Akdeniz’de son kriz: Türkiye’nin pozisyonu

Türkiye bölgede tırmanmanın getireceği risklerin farkındadır ancak riskler Yunanistan ve Mısır için çok daha büyüktür. Bu riskleri AB’nin kontrol etmesinin zor olduğu yaşanan son krizde Avrupa diplomasisinin yalpalamasından, AB içi bölünmelerden görülmektedir. Keza Brüksel’in Ankara karşısında elinde fazla havuç ve sopa yok. Tüm bu hususlara rağmen Ankara kararlı ama sağduyulu bir tavır sergilemektedir.

Haber Merkezi
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM

PROF. DR. VİŞNE KORKMAZ - NİŞANTAŞI ÜNİVERSİTESİ

Doğu Akdeniz’de hidrokarbon rezervlerinin keşfi bölgedeki jeopolitik mücadelenin başlangıcı kabul ediliyor. Aslında rezervler bulunduğunda bölgesel ve uluslararası konjonktür jeopolitik mücadeleden ziyade kazan-kazan zemininde bir diyalog kurulması için uygundu. Ancak bu fırsat değerlendirilmedi. Batılılar, başta da bazı Avrupalı aktörler ve İsrail, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’i tekelleştirme ve kapatma politikasını destekleyerek bölgedeki mücadeleyi aslında kendi revizyonist talepleri için uygun hale getirmeyi umdular.

Bugün gelinen noktada başarılı olduklarını söyleyemeyiz. Çıkan onca gürültüye, yükselen tansiyona, bastırılan Arap sokaklarına, parçalanan Suriye, Libya ve belki Lübnan’a, burun buruna gelen savaş gemileri ve uçaklarına rağmen bu aktörler umdukları kazancı elde edemediler. Aksine Akdeniz’i tekelleştirme ve kapatma politikası, Doğu Akdeniz jeopolitiğinde ortaya hiç istemedikleri direnç eksenleri çıkardı. Zaten son yaşanan ve iç-içe geçen iki kriz (Meis gerginliği ve Yunanistan-Mısır sözde MEB anlaşması krizi) sonrası yaşanan gelişmeler de Ankara’nın Doğu Akdeniz’de yayılmacılığa karşı en önemli direnç noktası olmaya devam edeceğini gösteriyor.

YUNANİSTAN’IN RÜYASI MI, KÂBUSU MU?

GKRY ve Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’i tekelleştirme rüyası çeşitli stratejilere dayanıyordu. Bunlardan biri Türkiye ve KKTC’nin haklarını gasp edecek şekilde deniz yetki alanları, örneğin MEB belirleyen sözde anlaşmalar yapmak, uluslararası enerji firmalarını bu alanlara davet ederek, sözde alanları Avrupalı ve ABD’li enerji firmaları eliyle sahiplenmektir. GKRY’nin bu doğrultuda daha önce yapmış olduğu anlaşmalar Türkiye tarafından tanınmamış, Ankara kendi deniz yetki alanlarına tecavüz edecek girişimleri (sözde bloklarda yabancı enerji şirketlerinin sismik araştırma faaliyetleri olsun, East-Med boru hattı projesi olsun) sahada askeri ve sivil deniz unsurlarıyla bugüne kadar durdurmuştur. Ankara’nın caydırıcılığı karşısında GKRY ve Yunanistan sahada gerçeğe dönüştüremedikleri iddiaları AB, Fransa gibi bazı Avrupalı aktörler, ABD ve İsrail’in desteğiyle forumlar üzerinden masaya taşımak, bu iddialara kurumsal kimlik kazandırmak istemişlerdir. Referans aldıkları tezler bir yandan KKTC ve Kıbrıs Türk toplumunun haklarını görmezden gelmekte, diğer yandan deniz yetki alanları paylaşımında kıyı uzunluğunu dikkate almadan adalara kıyı devletleri karşısında çok geniş deniz alanları bahşeden bir mantığa dayanmaktadır. Bu mantık bir paylaşım mantığı değil, maksimalist bir alan kapatma mantığıdır. Bu mantık sonucunda Yunanistan, anakarasına 580 km uzaklıktaki 10 km2’lik Meis adası üzerinden Doğu Akdeniz’de 40.000 km2 deniz yetki alanı talep edebilmektedir. Ancak Doğu Akdeniz Gaz Forumu başta olmak üzere Türkiye ve diğer bazı aktörlerin dışlanması üzerine kurulu çabalar herhangi bir somut sonuç üretmemiştir. Aksine koronavirüs krizinin sürdüğü dönemde uluslararası enerji şirketleri faaliyetlerini ekonomik ve siyasi nedenlerle ya askıya almış ya da durdurmuşlardır. Dolayısıyla Yunanistan ve GKRY’nin rüyası, hele sıcak çatışma riskinin konuşulduğu bugünlerde, kabusa dönüşme potansiyeli taşımaktadır.

YUNANİSTAN- MISIR SÖZDE MEB ANLAŞMASI NEDEN YAPILDI?

Tarafların siyasi irade ve askeri-sivil kapasitelerle arkasında durduğu, hatta jeopolitik konjonktür için referans aldıkları anlaşma Türkiye – Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti arasında imzalanan MEB anlaşması olmuştur. Bu anlaşma sadece East-Med projesini daha da imkânsız hale getirmemiş, kıyı devletlerinin yetki alanlarını belirleme konusunda ciddi bir referans olarak da ortaya çıkmıştır. Zaten bu nedenle, ilan edilen sözde Yunanistan-Mısır MEB’i, Yunanistan ve Mısır’ın pozisyonlarını korudukları bir anlaşma olmaktan ziyade Türkiye-Libya MEB Anlaşmasının önünü kesmek için yapılmış bir hamle olarak değerlendirilmiştir. Kısaca, Yunanistan ve Mısır, aslında Doğu Akdeniz’in ümitvar aktörleri olarak değil, Libya’daki gelişmeler de düşünüldüğünde kaybeden, eli-zayıflayan aktörleri olarak anlaşma imzalamışlardır. Maksimalist talepler her iki tarafın verdiği tavizleri maskelemek için kullanılmaktadır.

Son anlaşma ile Mısır’ın, deniz yetki alanının toplamı noktasında Yunanistan’a taviz verdiği görülmektedir. Telafi olarak Libya’ya doğru yaptığı genişleme ileride Mısır-Libya anlaşmazlığını derinleştirebilir. Atina ise, daha önce İtalya ile yaptığı yetki alanı sınırlandırma anlaşmasında olduğu gibi adaların muhatap kıyı olarak alınması tezinden geri adım atmıştır. Bilindiği gibi Mısır, Meis’i muhatap kıyı olarak kabul etmemiştir. Dolayısıyla sözde anlaşma aslında kayıp ve taviz üzerinden, tarafların önceki pozisyonlarını koruyamadığı bir hamledir. Ama bu sözde MEB ilanı, aynı zamanda, Türkiye ve Libya’nın haklarını doğrudan çiğnediğinden riskli ve kutuplaştırıcı, tansiyonun yükselmesine izin veren bir hamle olma özelliğini de taşımaktadır. Rejim güvenliği sorunları yaşayan, kayıpta hisseden aktörlerin gözlerini karartıp bu adımı attıkları düşünülebileceği gibi; Yunanistan, GKRY ve Mısır’ın özelikle alanda var olabilmek için yanıp tutuşan bazı aktörler tarafından fazla cesaretlendirildiği de düşünülebilir- ki Paris gibi başkentler olağan şüpheli olarak ortaya çıkıyor. Ancak cesaretlendirenlerin de ateşe atlayanların da unuttuğu bir nokta var. Doğu Akdeniz mücadelesi uzun ve çok katmanlı bir mücadele, önemli olan tavizlere dayalı, yangından mal kaçırır bir aceleyle anlaşmalar yapmak değil. Önemli olan, arka planında ABD-Rusya rekabetinin sürdüğü bu bölgede menfaatleri koruyabilen, uygulanabilir anlaşmalar yapmak.

DOĞU AKDENİZ’DE “BEN VARIM” DİYOR

Bu krizde Türkiye bir dizi karşı adım atmıştır: Yunanistan-Mısır sözde MEB anlaşmasının geçersiz olduğunu duyurmuş, yeni NAVTEX ilan ederek deniz yetki alanlarında Oruç Reis’i araştırmalarına devam etmek için yeniden görevlendirmiş, KKTC’nin TPOA’ya verdiği lisanslara dayalı olarak Kıbrıs çevresinde sismik araştırma faaliyetlerine devam edeceğini duyurmuş, tüm donanma unsurlarının Türkiye’nin deniz yetki alanlarında hak ve menfaatlerini koruyacağını Oruç Reis’e eşlik eden güç unsurlarıyla göstermiş ve Türkiye’nin Türkiye-Libya MEB anlaşması uyarınca içinde bulunduğumuz ayın sonuna kadar yeni lisanslandırmalar yapacağını açıklamıştır. Bu adımlarla Ankara a)- diplomasiye kapalı bir aktör olmadığını ama maksimalist taleplerin diplomasi masasını kandırması durumunda kötü senaryoya hazır olduğunu göstermiş; b)-Yunanistan-Mısır MEB hamlesini protesto etmiş ve kendi pozisyonunu (kıyı uzunluğu dikkate alınmadan, hakkaniyete ve sağduyuya aykırı paylaşım yapılamaz) koruduğunu duyurmuş; c)- deniz yetki alanlarını bir egemenlik meselesi olarak gördüğünü ve hakkaniyete uygun çözümler bulununcaya kadar yetki alanlarındaki hak ve menfaatlerini sahada korumaya devam edeceğini ilan etmiş; d)- Libya-Türkiye MEB anlaşmasının arkasında olduğunu göstermiştir.

Bu adımları atarken Türkiye bölgede tırmanmanın getireceği risklerin farkındadır ancak riskler Yunanistan ve Mısır için çok daha büyüktür. Bu riskleri AB’nin kontrol etmesinin zor olduğu yaşanan son krizde Avrupa diplomasisinin yalpalamasından, AB içi bölünmelerden görülmektedir. Keza Brüksel’in Ankara karşısında elinde fazla havuç ve sopa yok. Tüm bu hususlara rağmen Ankara kararlı ama sağduyulu bir tavır sergilemektedir. Erdoğan’ın tüm bölge ülkelerine hakkaniyete dayalı ortak bir çözüm bulmak için yaptığı çağrı da sağduyunun ve Ankara’nın koruduğu güçlenen pozisyonunun bir yansımasıdır.