DR. ŞUAY NİLHAN AÇIKALINANKARA HACI BAYRAM VELİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
Uluslararası ilişkilerde uzun yıllar, buna benim öğrenciliğim de dahil olmak üzere (2000’lerin ortaları) iklim değişikliği gibi konular, Soğuk Savaş döneminden kalma bir sınıflandırmanın da etkisiyle askeri ve güvenlik konularına kıyasla “daha az önemli” konular kategorisinde değerlendirilmiştir.
Tarihin cilvesidir ki; son 10 yılda ve özellikle pandemi sonrasında, uluslararası sistemdeki aktörler için ikincil olarak önem arz eden iklim değişikliği konuları bireylerin ve devletlerin varoluşlarını belirleyecek en stratejik alanlardan birisi haline gelmiştir. Bazen görünür bazen de görünmez sebeplerle gerçekleşen bu değişim süreci iklim değişikliği konularını 2021 yılı itibarıyla artık bizim ve bizden sonraki kuşakların birincil ve öncelikli gerçekliğine dönüştürmüştür. İklim değişikliği artık oldukça geniş bir kapsamda tartışılmak durumundadır.
İskoçya’nın Glasgow kentinde devam eden ve benim de konuşmacı olarak bulunduğum 26. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’na (COP26) dair izlenimlerimi ve özellikle dikkat ve duyarlılık göstermemiz gerektiğini vurguladığım “iklim göçmenleri” konusundaki görüşlerimi bu yazı vesilesiyle sizlere paylaşacağım.
İklim Değişikliğinden İklim Krizine
İklim değişikliği, insan faaliyetleri sonucu ortaya çıkan sera gazlarının atmosferdeki yoğunluğunun fazlalığı nedeniyle, küresel sıcaklığın yükselmesi ve iklim yapısının farklılaşması olarak tanımlanabilir. Bu değişikliğin özellikle son yıllarda kuraklık, şiddetli doğa olayları, ekolojik dengenin bozulması ve biyoçeşitliliğin azalması gibi günlük hayatımızda daha yoğun biçimde hissettiğimiz somutlaşmış hali ise iklim krizidir. Ve bu krizin küresel ekonomi için uzun vadede en büyük tehditlerden biri olduğunu şimdiden görmek gerekir. Bir örnekle anlatacak olursak; herhangi bir önlem alınmadığında küresel sıcaklıklar önümüzdeki 30 yıl içinde 3 dereceden fazla artabilir; dünya ekonomisi bu nedenle yüzde 18 küçülebilir.
Bu durumda tüm dünyanın, özellikle GSYİH oranları düşük olan ülkelerin çok daha fazla risk altında olduğu düşünülebilir. Çünkü bu ülkelerde ağırlıklı doğal kaynaklara bağlı yaşayan, çalışan insanların sosyal ve fiziksel dayanıklılık eşikleri, sağlık durumları ve her anlamda var olmaları doğrudan iklim şartlarıyla ilişkili olarak değerlendirilebilir.
Elimize batan bir diken bütünde canımızı nasıl yakarsa, iklim krizinin de kimi daha az ya da daha çok etkilediğini değil tüm dünyayı döngüsel ve ilişkili olarak ekonomik, politik, sosyal, sağlık gibi çok boyutlu ve çok yüksek etkileme potansiyeline sahip olduğunu görmek gerekir. Bunların içinde iklime dayalı göçlerin artması ise en az konuşulan ancak sorun olarak büyüme ihtimali en fazla olan konulardan birisidir.
İklim Göçmenleri
COP26’da yaptığım konuşmanın içeriğini özellikle iklim göçmenleri olarak seçtiğimi belirtmek isterim. Uluslararası camianın henüz dillendirmek ve somut kararlar almak konusunda kararsız kaldığı iklim değişikliğinin, beklenen etkileri açısından en önemli sonuçlarından biri de iklim göçmenleridir. İklim krizinin her ülke için tüm dünyaya yansıyan farklı sonuçları tartışılırken; dünyadaki herkesin bir gün potansiyel bir iklim göçmeni olma ihtimali artık somut bir gerçekliğe dönüşmüştür. Birleşmiş Milletler’in (BM) Son rakamlarına göre; 2021 yılı itibarıyla 21.5 milyon olan iklim göçmenlerinin sayısının 2050 yılında 1,2 milyarı bulması beklenmektedir.
Böylesine büyük ve kitlesel bir tehdidin uluslararası ilişkiler ve güvenlik açısından yadsınamaz sonuçlarına da değinmemiz gerekir. Temel olarak; iklim göçmenleri göç ettikleri bölgelerde nüfus artışına, o bölgedeki kaynakların yoğun kullanımına ve geniş çaplı demografik değişikliklere neden olmaktadır. Bu bağlamda yoğunluğuna bağlı olarak iklim göçmenlerinin hem devletler arasında hem de her devletin kendi içinde çatışmaların kaynağı olma potansiyeli oldukça yüksektir.
Devletler arası ve devlet içi çatışmaların yanı sıra uluslararası hukuk açısından iklim göçmenlerine henüz bir yasal çerçeve oluşturulmaması, iklim göçmenlerinin şuan “göçmen” olarak çerçeve haklardan yararlanamamaları insani boyutu açısından vahim bir durumdur.
COP26 ve Sonrası
2015 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşması’na göre her 5 yılda bir ülkelerin eylem planlarını güncellemeleri gerekirken Covid-19 küresel salgını nedeniyle bu yıl gerçekleştirilen bu zirve BM’nin son raporu nedeniyle de oldukça önemlidir.
COP26, 100’den fazla lider 25 bine yakın etkin katılımcıyla ilk haftayı tamamladı. Ülkemiz dahil olmak üzere yan etkinliklerin düzenlendiği, ülkelerin ve uluslararası organizasyonların pavilyon alanlarının da bulunduğu Mavi Bölge en hareketli yerlerden birisiydi. Yeşil Alan’da ise tematik oturum ve etkinliklere yoğun bir ilgi vardı. Elbette hem Glasgow şehir merkezinde hem de alan bölgesinin önündeki protestoları da unutmamak gerekir.
12 Kasım’a kadar devam edecek olan COP26’da ilk hafta tamamlanırken; 40’tan fazla ülke kömür kullanmayı aşamalı olarak durdurmayı, dünya ormanlarının yüzde 90’ını kapsayan 130’dan fazla ülke 2030 yılına kadar orman kaybını ve arazi bozulmasını durdurmayı ve tersine çevirmeyi, küresel ekonominin üçte ikisini kapsayan 90 ülke ise metan emisyonlarını on yılın sonuna kadar 2020 seviyelerine göre en az yüzde 30 azaltmayı taahhüt etti.
COP26’da ikinci hafta merakla beklenirken; sonrası için siyasi liderlerin çok daha etkin rol oynayarak somut adımlar atması bu zirveden çıkan sonuçların bir anlam ifade etmesi açısından oldukça önemli görünmektedir.