Bin Selman ABD ile ilişkilerinde şah mı olacak, mat mı?

Veliaht prens Bin Selman’ın önünde bir yol ayrımı var: Prens bundan sonraki adımlarında ya ABD’nin kendisi şahsında bir hayranlığı hasebiyle masada olmadığını anlayıp bölgedeki komşularıyla sorunlarına sünger çekerek Filistin’e sahip çıkacak, ya da Batı nezdinde vizyoner, halkı ve tarih nezdinde ise hain bir lider olarak anılacak.

İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.

Dr. Ufuk Necat Taşçı / Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi

Tarih 19 Ağustos 1953. ABD ve İngiliz istihbarat servisleri, iş birliği yaparak İran’da ‘AJAX’ adını verdikleri operasyonu düzenliyor. Hedef ise dönemin İran Başbakanı, Muhammed Musaddık. Hikayenin buraya kadar olan kısmı bile ilgi çekmeye yeter elbette ama bu hikayeyi daha farklı kılan iki önemli husus var: Bunlardan biri; operasyonun, Musaddık’ın ülkesindeki İngiliz-İran Petrol Şirketi’ni millileştirmek adına hamle yapması üzerine gerçekleşmesi. Diğer ve daha önemlisi ise; İran Şahı Rıza Pehlevi’yi tahtta tutmak adına, CIA ve MI6’nın operasyonuyla, İran’ın kendi Başbakanı’nın devrilmesi.

Bir Batı Akreditasyonu Hikayesi

İşte İran Şahı, Batı’ya bu denli “akredite”ydi. Onu kendi başbakanından korumak adına ABD ve MI6 ortak operasyon düzenliyordu. Dört yıl sonra ABD-İran arasında sivil nükleer iş birliği anlaşması imzalanıyor, 1967’de, aradan geçen 10 yıl sonra ise ABD İran’a bizzat kendi elleriyle nükleer reaktör başlığı veriyordu. Şimdi elbette bazı okurlardan bu hususu bilenler, bunun 1957’de dönemin ABD Başkanı David Eisenhower’ın uhdesinde başlattığı “Barış için atom” projesinin sıradan bir parçası olduğunu iddia edebilir. Fakat peşinen kendilerine şunu sormak isterim, İran’ın başında Şah Rıza olmasa, Musaddık olsa, bu husus mümkün olur muydu? Bence cevap net bir şekilde hayır.

Hikayeye devam edelim. Tahtını korumak adına Başbakanı Musaddık’ın, ABD-İngiltere eliyle devrilmesi işine gelen Şah Rıza, bir diğer taraftan da ABD’nin İran üzerindeki etkisinden tedirgin olmuyor değildi aslında. Ancak şahsi ikbali ve İran’a dair kurguladığı düzen için ABD desteğine ihtiyacı olduğunu da biliyordu. Bu denklem ve süreç içerisinde ABD de yeri geldiğinde Musaddık’a yapılanın Şah için de geçerli olabileceği imasını yapmakta beis görmüyordu. Nitekim süreç içerisinde ‘Sivil’ ve ‘Tıbbi’ amaçlarda nükleer teknolojinin teşviki adı altında başlayan bu gelişme, yazının başında bahsettiğim gibi nükleer başlığın ABD tarafından İran’a verilmesine kadar gitmişti.

Hatta bununla da kalmayarak, bir ABD şirketi, yine 1967’de Tahran Nükleer Araştırma Merkezi’nin kuruluşunda aktif rol oynuyor, 34’üncü ABD başkanı Eisenhower’dan sonra, 37’nci ABD başkanı Richard Nixon döneminde, onun desteğiyle, İran’ın 2000 yılı itibarıyla üç nükleer santrale sahip olacağı ilan ediliyordu. 1968’te Tahran Üniversitesi’nde ilk nükleer reaktör inşa edildi. 1973’te Atom Enerjisi Kurumu İran’da resmen kuruldu, ABD’nin meşhur üniversitesi MIT ile İran arasında anlaşma yapıldı ve nükleer enerji konusunda İranlı fizikçilerin eğitilmesi hususunda mutabık kalındı. ABD’den müteakip süreçte sekiz adet nükleer reaktör alınacaktı, uranyum zenginleştirme için ise Fransız, Alman şirketleriyle mutabakata varıldı.

Yine 1970’lerde İsfahan’da Nükleer Teknoloji merkezi, Fransa iş birliğiyle kuruldu. Buralarda bir ‘sorun’ yoktu elbette. Batı akreditasyonu olan, ABD öncülüğünde Batı’nın sınanmalarından geçen bir Şah varken, ne sorun olabilirdi ki? Ta ki 1979’da sözde ‘İslami Devrim’ gerçekleşene kadar. Tarihler 1990’lara geldiğinde artık İran’ın Buşehr’de iş birliği yaptığı yeni müttefiki Rusya’ydı. Nükleer santralin Moskova ile iş birliği altında yenilen çalışması, artık Tahran’ı Batı için uzun yıllar sürecek bir tehdide dönüştürmüştü.

WASHINGTON BU KEZ GÖZÜNE KİMİ KESTİRDİ?

Yedi aydır gözlerimizin önünde yaşanan soykırım günlerine dönelim. İsrail’in halen Gazze’de on binlerce masumu katlettiği, bölgede ve dünyada dengelerin alt üst olduğu günümüze. İsrail’e verdiği destekle bu suçun en büyük ortağı olan ABD, bir ülkeyi gözüne kestirmiş, bir katliamın ortasında onunla ilişki tesis etmeye, bu ilişki üzerinden katliamdan stratejik zafer çıkartmaya çalışıyor. O ülke ile ikili anlaşmalar masada, içerisinde yine ‘nükleer program’ desteği var. Bu ülkeyi kazanabilmek adına Gazze’deki katliamın durdurulması, iki devletli çözüm, pardon, “iki devletli çözüme giden yol” maddesi var. Yani aslında politik bir madde, vicdani ve ahlaki değil.

Anlaşma yapılırsa ABD, Asya-Pasifik’teki dengeler, Ortadoğu’da İsrail’in yarattığı kaos ortasında bir ‘stratejik işbirliği’ elde edecek. Anlaşma yapılması planlanan ülkenin veliaht prensi ve başbakanı diğer ülkelerin liderlerinden genç. Reformlardan ve modernleşmeden bahsediyor. İslam’ın en önemli kutsal beldeleri toprakları içerisinde yer alıyor bu prensin. Adı da Muhammed Bin Salman. Bahsettiğimiz ülke de anlaşılacağı üzere Suudi Arabistan…

Savunma bakanı olduğu 2015’ten itibaren Yemen’deki İran destekli Husilere yaptığı operasyonlar, iç siyasette, 2017’de ‘yolsuzlukla mücadele’ adı altında yaptığı operasyonlarla tahkim ettiği gücü, bu bahaneyle en önemli rakiplerini pasifize etmesi, gittikçe önünü açtı. 2015’in sonlarında dönemin İsrail İstihbarat Bakanı Israel Katz onu davet edip, Filistin meselesinde rol almasını istiyordu. 2016’da ‘2030 Vizyonu’ projesini, NEOM hayalini duyuruyor, yaptığı ‘reformlar’ Batı’da sempati uyandırıyor, Londra merkezli Chatham House araştırmacıları Suudi Arabistan’ın imajını ‘düzeltmesini’ alkışlıyordu.

TARİH TEKERRÜR MÜ EDECEK?

Geldiğimiz noktada, Gazze’deki katliamın ortasında ABD’nin istediği, yine kendisi ve sunacağı ‘işbirliği’. Batı’da son yıllarda çokça hayranı oluşan ve ABD’nin gözüne kestirdiği, geçtiğimiz günlerde nükleer destek de dahil pek çok vaatte bulunduğu veliaht prensin ise önünde bir yol ayrımı bulunuyor. Muhammed Bin Selman, bundan sonraki adımlarında ya ABD’nin Asya Pasifik’teki, Ortadoğu’daki dengesinin, İran bahanesiyle bölgede devam ettirmeye çalıştığı zalim varlığının kullanışlı bir ‘aparatı’, ya da Gazze’deki soykırımın halkında uyandırdığı hislerin tercümanı olacak. Ya ‘Batı akredite’ Şah’ın, İran’daki sözde devrim akabinde ABD’ye kabul edilmediği, belirli bir süre sonra dönemin ABD Başkanı Carter üzerinde Henry Kissinger, David Rockefeller ve John McCloy’un şantajlarıyla ABD’ye zar zor girebildiği gerçeğini hatırlayacak, ya da ABD ve İsrail’e stratejik bir zafer kazandırmamayı seçecek. Ya ABD’nin kendisi şahsında bir hayranlığı hasebiyle masada olmadığını anlayıp bölgedeki komşularıyla sorunlarına sünger çekerek Filistin’e sahip çıkacak ya da Batı nezdinde vizyoner, halkı ve tarih nezdinde ise muhtemelen hain bir lider olarak anılacak. Son olarak Muhammed Bin Selman, ya sahada işler istediği gibi gitmeyen ve küresel olarak reddiye yiyen ABD ile uydusu İsrail’e bir fırsat sunacak, ya da Filistin meselesiyle artık asla eski gücünü kazanamayacak olan ABD’ye, elveda diyecek.

HAFIZA-İ BEŞER NİSYAN İLE MALÜLDÜR

Bin Salman’ın, İbrahim Anlaşmaları’na imza atan Arap ülkelerinin, İsrail’in Uluslararası Adalet Divanı’nda yardımları sokmuyor diye suçladığı Mısır örneğinden de alacağı dersler var. Ve sadece Müslüman ülkelerin değil, tüm dünyanın artık bu aleni gerçekle, ABD ve İsrail’e neden güvenilemeyeceği gerçeği ile yüzleşmesi gerekiyor.

Şahsi ikbal adına ‘Şah’ olmaktansa, zulüm altındaki Müslümanlar için ABD’yi ve kanlı politikalarını, İsrail’i mat etmek mümkün. Filistin’in, bölgenin ve dünyanın daha mütekamil bir döneme uyanmasının en mümkün olduğu dönem olarak addettiğim şu günlerde, Gazze, direnişiyle, şanlı mücadelesiyle bunu herkes için mümkün kılıyor. Gazze’deki mazlumların ödediği bedele kıyasla, bizimkisi (Filistin’den yana olmak) çok basit bir tercih artık. Umarım Muhammed Bin Selman için de öyle olur. Çünkü stratejik yenilgi artık ABD’li entelektüellerin de kabul ettiği gibi, ABD ve İsrail’in halihazırda yüzleştiği bir mefhum.

Akademide halen devam eden tartışmalardan birisi post-kolonyal süreçte kimlik. Sömürge düzeninin artık neticelendiği kabulüyle ele alınan onlarca farklı görüş mevcut. Fanon, Spivak, Bhabha gibi isimlerin başını çektiği ekol ve bu ekolün argümanları üzerindeki tartışmalar belki entelektüel bir tartışmaya tekabül edebilir fakat sosyal gerçekliğe etmediğini halen görüyoruz. Melez kimlikler, üçüncü alan, kültürel etkileşim tartışıladursun, sömürgecilik (kolonyalizm) farklı formlarda ve daha etkin olarak halen hayatımızda. Ekonomik ve siyasal bağlılığın, daha doğrusu biatın alenen devam ettiği, yeni icat edilen silahların başka ülkeler üzerinde ‘özgürce’ denenebildiği, ABD ve Batı’nın, çıkarlarına ters düşen liderlere halen pek çok cihette bedel ödetebildiği bir dönemdeyiz. Nitekim geçmişte bizzat veliaht prensin ülkesinde olanlar malum.

ABD ile 1945’te tarihi işbirliği anlaşmasını imzalayan Kral Abdülaziz’in, Kudüs sevdalısı olan oğlu Kral Faysal’ın (Allah rahmet eylesin) öldürülmesinden alınacak pek çok ibret var. Kendi ismini taşıyan öz yeğenini kullanarak yine kendi sarayında Faysal’ı kurşunlatan da ABD idi, hala hatırımızda olan bir yakın siyasi tarih gerçeği…

TÜM BU YAŞANANLAR TESADÜF MÜ?

19 Mayıs Pazar günü itibarıyla gelişen iki gelişme, inanıyorum ki bahsettiğim tarihsel gerçeklikler ve güncel olayların arasındaki bağı açıkça ortaya koyuyor: Seksen sekiz yaşındaki Kral Selman Bin Abdülaziz’in sağlık durumunun pek de iyi olmadığı bilinirken, kendisi akciğer enfeksiyonu sebebiyle tedavi görmeye başladı. Diğer taraftan ise, ABD ile Suudi Arabistan’ın birkaç gün içerisinde “tarihi güvenlik anlaşması”nı imzalayacağı duyuruldu. Veliaht Bin Selman, Kral Bin Selman olmaya günbegün yaklaşırken…

Çin’in Orta Doğu’da ilişkilerini gittikçe geliştirmeye başladığı bir tarihsel dönemeçte, ABD’nin nükleer destek ve savunma sanayii işbirliği içeren, devamında Suudi Arabistan ve İsrail normalleşmesini getireceğini ilan ettiği anlaşmayı gündeme getirmesi sizce de garip değil mi? Biden yönetiminin kilit isimlerini Cumartesi günü (18.05.2024) bölgeye intikal etmesi, Netanyahu ile bu hususu görüşecek olmaları, ABD kamuoyunda Netanyahu’yu hedef alan eleştirilerin buna paralel olarak bir anda CNN, Fared Zakaria, John Mearheimer tarafından dillendirilmeye başlanması tesadüf mü?

Aynı şekilde İran Cumhurbaşkanı’nın yine Pazar günü (19.05.2024) helikopterinin düşmesi, İran dini lideri Ali Hamaney’in oğlu Mücteba’nın yıllardır iç kamuoyunda bir sonraki dini lider olarak palazlandırılması, bu olaylar silsilesinin aynı hafta sonu, birkaç saatlik aralarla gerçekleşmesi peki? Hayır bence bunların hiçbirisi tesadüf değil. Ali Hamaney’in dört oğlundan ikincisi olan 53 yaşındaki Mücteba Hamaney, normal şartlarda Şiilerin hiyerarşisinde ‘Hüccetü’l İslam gibi sıradan bir unvana sahipken, İran Devrim Muhafızları’nın medya aparatı olan Rasa Haber Ajansı’nca neden 2022 yılından beri ‘Ayetullah’ unvanıyla kamuoyunda parlatılıyor? Muhammed Bin Selman’ın, Mücteba Hamaney’in, içeride ve dışarıda farklı şekillerde parlatılan bu iki figürün şu anda geldiği konum da tesadüf mü? Hayır bence bu da değil…

ONURLU BİR ÜÇÜNCÜ YOL MÜMKÜN

Silahın şu an ABD tarafından Selman’a doğrultulmamış olması, hiç doğrultulmayacağı anlamına gelmiyor. Musaddık, İran’da olanlar, Suudi Arabistan’da yaşananlar ve daha fazlasında sadece Selman da değil, tüm Müslüman ülke liderleri için unutulmaması gereken gerçekler var. ABD’nin kendisinden başka ‘beyaz’ addettiği Müslüman dostları olmaz. O silah, ABD’nin çıkarı yoksa herkese doğrulabilir. Gerçi çıkarı olanların da iktidardan düşünce yaşadıkları belli. Bunu unutmamalılar.

Bir diğer tuzak ve imtihan da ABD’den kaçarken, Çin ve Rusya ile kol kola girmek. Bu hegemon savaşlarının sathına dönüşmek yerine onurlu bir üçüncü yol mümkün. Aksi taktirde bu liderler toplumlarınca koltuklarından edildiklerinde, ABD onları çiçeklerle karşılamayacak ve tarih onları iyi hatırlamayacak. ABD ve İsrail, İran ile beraber bu sürecin alenen kaybedeniyken, Suudi Arabistan ve Bin Selman üzerinden taahhüdü sağlanan ‘Filistin Devleti’nin Kurulması’ maddesi ile bir stratejik kazanç devşirmek, ABD ile anlaşmak, bu aktörler hariç hiçbir Müslümanın lehine sonuçlanmayacak.

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜ
Pontus meselesi ve soykırım paranoyası