Âb-ı kevser dururken Tînetü’l-habâl içmek

Gübürü nûrdan, elması kömürden, atığı bütünden ayıramayan bir algı, insan yaradılışında mevcut değildir. Fakat nûru görene kadar gübüre kıymet verenlerin Hak nûruyla karşılaştıklarında, hâlâ atık vaziyetteki içgüdülerini tercih ediyor oluşları; ya kararmış kalplerinin körlüğünden ya da kibrin kalpteki hâkimiyetindendir. Bu pespaye hâl; cehalettir. Nihayetinde cehalet, her bildiğini doğru sanmak değil midir?

İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM

Ahsen İlhan / Yazar – Sanat Tarihçisi

Cehalet; doğruya denk gelene kadar istif edilen sanrıları, Hak ile karşılaştığında bile elden bırakamamak değil midir? Bu bir yandan kişinin kendi bilgisine sonsuz imanla bağlanma gafleti, bir yandan da ilahi bilgiyi, zihnin kifayetsiz almaçlarına yedirmek, kalbin aritmisine teslim etmek değil midir? Çünkü “doğruyu doğru, yanlışı yanlış” kabul etmedikçe beynin öğrenme merkezindeki nöronların işlevselliğinden bahsedemeyeceğimiz gibi; imanın ve sevginin merkezi sayılan kalpte de normal sinüs ritmi ile sağlanan sektesiz bir deverandan da söz edemeyiz.

Hak olanın zerresini teşkil etmeyecek bir değersizlikte olan bütün çöp yargıların, kudretli ve kati bilgiler karşısındaki direnişi, sahibinin kibrine de işaret etmez mi? Ne var ki bütün atıklar, bir bütünün gereksiz parçası olmakla çöp kıymetine düşerler ve bütün çöpler kimyevî bozulmalara uğrayarak koku, renk ve görünüş olarak son derece irrite edici bir hâl alırlar. Buna karşılık Hak ve ilahi bilgi, her zaman bütün göz alıcılığıyla ve kalpleri fetheden manevî nûruyla zuhur ettiğinden, karşısında saltanatını sürdürebilecek başka bir inanç ya da fikir iddiası geçerli değildir. Gübürü nûrdan, elması kömürden, atığı bütünden ayıramayan bir algı insan yaradılışında mevcut değildir. Fakat nûru görene kadar gübüre kıymet verenlerin Hak nûruyla karşılaştıklarında, hâlâ atık vaziyetteki içgüdülerini tercih ediyor oluşları; ya kararmış kalplerinin körlüğünden ya da kibrin kalpteki hâkimiyetindendir. Fakat hangi saikle bu sonuca varılırsa varılsın, bu pespaye hâl; cehalettir. Nihayetinde cehalet, her bildiğini doğru sanmak değil midir?

SEBE MELİKESİ BELKIS’IN İRFANI

Güneş’e tapan Sebelilerin melikesi Belkıs, bilgisizlikten cehaleti ayıran bir ifanla, Hak bilgiyle karşılaştığında iman etti. Onun bu ahvali Rabb’in hidayeti olmakla birlikte; yanlış bilineni doğruyla değiştirebilme irfanının da göstergesiydi. Cehalet ne kadar kibirdense; irfan da o değerde tevazudandı. Hidayet kalplere O’nun nuruydu, O’ndan gelen bir müjde ve lütûftu; ama bu lütfûn kalplere inişinden evvelki kalbî vaziyete de dikkat çekiyordu. Öyle ki Melike Belkıs Sebelilerin itimat ettiği, sözüne güvendiği bir kadın hükümdardı, zenginlik ve refah içinde; fakat yanlış bir bilgi ve inanç üzere yaşamaktaydı. Hz. Süleyman’ın mektubu, Allah’ın inayetiyle Hüdhüd kuşu tarafından kalbine iliştiğinde, Güneş’e tapınmakta diretecek kibirli bir cehaleti gözler önüne sermedi. Çünkü putperestlik ve şirk, kimyası bozulmuş çöpler kadar irrite ediciyken; bu yeni bilgi Hakk’ın nuruyla parıldıyor, O’ndan gelen bir lütufla, kokusu, rengi ve tadı, kalbi aşka ikna ediyordu. Böyle bir gerçekliğin karşısında direnmek ve çöp bilgilere aklını emanet etmek; ancak cahilce bir gurur ve kibirle vuku bulabilirdi. Melike Belkıs bütün bildiklerini, taptıklarını ve sahip olduğu saltanatı bir kenara bıraktı, gerçek bilginin peşine düştü. İman etti.

MÜŞRİKKEN ÇIKILAN YOLDAN MÜMİN DÖNMEK

Ârifane bir seziş, sağgörü ve anlayış için beynin nöronlarından, vücuttaki kan akışını idame ettiren normal sinüs ritminden, kalp üzerindeki dört kapakçığın sisteme uygun açılıp kapanmasından, kılcal damarların tıkanık olup olmamasından, frontal lobdaki kan hücrelerinin yetkinliğinden ve daha ne kadar “doğru düşünme” üzerine emek harcayan organizma üyesi varsa hepsinden daha fazlasına ihtiyacımız var. Evvela tevazu sahibi olmak gerekiyor. Çünkü tevazu; yanlış olabilme, yanlış düşünebilme ve yanlış davranabilme realitesinin içsel kabulüdür. Bunu kabul edememe hâli, insanın kendi varlığına duyduğu fevkalade taşkın bir “benliği tazim tepisini” ele verir. Benliği mabut yerine koyanların sonu kibir; kibri, güzergâh belirlemede öteleyemeyenlerin varacağı istikamet ise cehalettir.

Hele ki bilginin bu kadar akışkan olduğu bir çağın insanı olan bizler için gerçeği elinin tersiyle itmek ve doğruyu arama gayretini “kendine iman” iflasıyla örselemek; son derece şatafatlı bir cahilliktir. Had bilmek, tevazu sahibi olmak, insanı cehaletin gün görmeyen dar sokaklarından çıkarıp geniş düzlüklerde gün ışığına kavuşturur. Böylece bütün yanlışların doğruya evrilme arzusu karşılanır, bin yanlışın kuyusunda kibriyle boğulmayı tercih edenlerin aksine; kendini yeniden anlamlandırabilen insanların irfanıyla kişiyi, iki âlemde de doğruya, refaha ve felâha eriştirir.

Hz. Mevlânâ’nın dediği üzere;

“Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevazı ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!”

Firavun taş gibi sert ve pek durdu, ilahi bilginin karşısında; yeşermedi, kırıldı, ufalandı, tükendi. Melike Belkıs toprak oldu serildi; yeşerdi, tevazu ile karşıladığı haber, onu müşrik olarak çıktığı yoldan, mümin olarak döndürdü.

KİBRİN SONU CEHALET

Bilgiye sahip olmama, denk gelmeme ya da henüz bulamama hâlleri cehalet değildir. Onu aramamak, cehalete giden yolda en büyük adım; fakat cehaletin ta kendisi nedir derseniz; Hakk’ı bulduğu yerde kibirle kendine, atasına, gelenekten gelen batıl inancına sıkı sıkı tutunmaktır. Hakk’ın kelâmı dururken; batılın bataklığında çamura bulanmaktır. Kibirle çıkılan hiçbir yolun sonu hayra, hakka ve doğru bilgiye varmaz. Çünkü bütün gidişler ‘ben’ kimliğini desteklemek üzere sahte bir yörüngede sabitlenmiştir. Kibirle cehalete yol alanın hâli; kuranderde amaçsız salınan niteliksiz bir oylumdan ibarettir.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur:

“Mütekebbirler/kibirli kimseler, kıyâmet gününde insan sûretinde küçük ve kırmızı karıncalar kadar haşrolunacaklardır. Zillet her taraflarından onları saracaktır. Cehennemdeki “Bûles” adı verilen bir zindana sürükleneceklerdir. Onları ateşlerin ateşi kuşatacak ve Cehennem ehlinin Tînetü’l-habâl denilen kan, irin ve pisliklerinden içirilecek-lerdir.” (Tirmizî, Kıyamet, 47/2492; Ahmed, II, 179; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 557)

O hâlde doğru bilgiye direnmek kibir, kibrin akıbeti cehalettir. Ve ne yazık ki kibir, âb-ı kevser dururken tînetü’l-habâl içtirir.