Atlantik sarmalında İsrail sorunu

Bush sonrası ABD’nin bölgesel krizlerin çözümünde maliyeti müttefiklere dağıttığı bir senaryoda AB’nin alternatif bir yol izleme şansı kalmadı. Küçük ortaklar için nüfuz edecek bir boşluk bulma ihtimali bu gibi kriz alanlarında yoktur. En makul seçenek hegemonun peşine takılmak olacaktır.

İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.

Muhammed Çağrı Bilir / Araştırmacı - Türkiye Araştırmaları Vakfı

Aksa Tufanı Operasyonun üstünden iki ayı aşkın bir zaman geçti ve gelinen noktada İsrail-Filistin Meselesi’ne dair bütün ezberlerin baştan yazılması gerektiği tekrardan ortaya çıkıyor. Öyle ki meselenin insani tarafı bir kenara siyasi olarak uluslararası alanda temel dayanak noktası olan dönüm noktaları tamamen sorgulanır hale geldi. Örneğin ilk olarak Taksim Planı doğrultusunda ortaya atılan iki devletli çözüm ve devamında bunu dayanak alan 242 Sayılı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (BMGK) kararı 67 Savaşı sonrası İsrail’in İşgal ettiği topraklardan kesin şekilde çekilmesi gerekliliğini vurgular. Bu doğrultuda yıllar geçtikçe detaylarda farklılık olsa da meseleye angaje olan uluslararası aktörlerin her zaman vurgu yaptığı karar yine 242’dir. Ancak Trump yönetiminin Golan Tepeleri ve Kudüs’üs statüsüyle alakalı tek taraflı kararlarıyla ilk kez İsrail dışında bir aktörün 242 sayılı kararı hiçe saydığı bu adımlar, Trump dönemi kadar sert olmasa da benzer doğrultuda ilerleyen Biden döneminin de benzer bir durumla anılacağı gelişmeler olarak şu an karşımıza çıkıyor. İsrail’in Gazze’yi topyekûn işgale girişmesi bu noktada 67 sınırlarına vurgu yapan 242 sayılı kararın ihlali olduğu açık. Biden yönetiminin ise durumu kenardan izlemesi ve Hamas karşıtı propagandanın bir numaralı temsilcisi olması Trump’ın bile başaramadığı düzeyde insan hakları ihlalleri silsilesine sebebiyet veriyor.

AVRUPA’NIN SÖYLEMİ DEĞİŞTİ

Yine bu dönemde AB konusunda da şaşırtıcı tepkiler mevcut. 7 Ekim günü ABD’nin paralize olmuş İsrail kuvvetlerini gördüğü an başlattığı Hamas karşıtı söylem ve anında refleks gösteren ABD ordusu, küçük ortakları AB ülkeleri tarafından da hızlıca satın alındı. Öyle ki en Filistin yanlısı İspanya ve İrlanda gibi ülkeler bile Hamas’ın operasyonunu sanki bir anda başlamış bir şiddet eylemi gibi kınama eğilimi gösterirken, güçlünün yani ABD’nin oluşturduğu algı bütün batı başkentlerinde görülür oldu. Ancak İsrail’in hemen akabinde başlattığı yoğun bombardımanlar ise sis perdesini aniden kaldırdı ve beklendiği üzere hemen hemen her uluslararası konuda olduğu gibi hem AB ülkeleri hem de AB kurumları kendi aralarında ortak bir duruş gösteremediler. Dış politikada temsil yetkisi olmayan AB Komisyon Başkanı Von Der Leyen adeta 26 üyenin ortak Dış İşleri bakanı gibi bölgeye ziyaretler yaparak ABD ile paralel bir pozisyonu sürdürdü. Konsey Başkanı Charles Micheal ve AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Joseph Borrell ise daha dengeli bir yaklaşımla Gazze’de yaşayan binlerce sivilin öldürülmesini vurgularken Hamas’ı kınamaktan da geri durmadılar. Bu noktada İrlanda ve İspanya, İsrail’e yönelik AB içinde en sert tutumu alan ülkeler olarak dikkat çekerken, alışıldığı üzere Macaristan ve Çekya gibi ülkeler ise İsrail yanlısı tutumdan taviz vermediler. Bu noktada Almanya’nın meseleye yaklaşımı ise geçmişe nazaran şaşırtıcı olarak nitelendirilebilir. Tabii ki Almanya Holokost geçmişi ve Amerikan baskısı sebebiyle İsrail’in en büyük ekonomik ve siyasi takipçilerinden birisi ve bu adeta bir suçluluk psikolojisiyle Ulusal Güvenlik Stratejilerine dahi işlemiştir. Ancak özellikle 1980 sonrası AB politikalarına bakıldığında, Almanya ve Fransa’nın ABD’ye göre bugüne kadar daha ılımlı pozisyon aldığı söylenebilir. Örneğin Filistin Kurtuluş Örgütü’nün muhatap kabul edilmesi ABD’den çok önce gerçekleşmiştir. Yine 73 Savaşı sonrası Arap ülkeleri ve Filistinlilerle ABD’ye göre daha yakın ilişkiler geliştirerek 242 sayılı kararı da yüksek sesle dile getirmişlerdir. Dolayısıyla bugün Almanya’nın onca insan hakları ihlaline hatta katliamlara rağmen koşulsuz şekilde İsrail’i desteklemesi açıklama gerektiren bir soru olarak düşünülebilir.

Bu noktada Transatlantik dengesinin Filistin-İsrail meselesine nasıl yansıdığını incelemekte fayda var. Aslında ABD-AB ilişkileri doğası gereği aralarında güç asimetrisi olan iki tarafın bağımlılık üzere kurduğu bir dinamikle açıklanabilir. Burada AB tarafı güvenliğini ABD’ye borçluyken, ABD ise bu hizmetinin karşılığını AB ülkelerinin hem Soğuk Savaş boyunca hem de sonrasında sadakat içinde ABD düzenine ekonomik olarak motor olmalarıyla ve gerektiğinde rakipleri çevrelemek ve sınırlamak için ABD’ye destek olmalarıyla almaktadır. Ancak bu tamamen hiyerarşik bir ilişki biçimi de değildir. AB ülkeleri sınırlı güçlerinin el verdiği ölçüde ABD liderliğindeki uluslararası sistemde oluşan boşluk alanlarına ABD’yi de ürkütmeden nüfuz etmeye her zaman çalışmışlardır. Filistin-İsrail meselesi de buradan okunabilir.

PETROL KRİZİ

73 Savaşı sonrası OPEC ülkelerinin Hollanda ve ABD’ye yönelik başlattığı petrol ambargosu tüm dünyada ciddi bir krize sebep oldu. Bu ana kadar aslında AB ülkelerinin somut şekilde Orta Doğu’ya angaje olduklarını söylemek zor. Ancak tek taraflı olarak bazı AB üyesi ülkelerin girişimleri mevcut. Örneğin Fransa 1950 ve 1960’lar boyunca İsrail’in nükleer programının ana yüklenicisi konumundadır. Bu durum biraz da 1956 Süveyş Krizi’nde Başkan Eisenhower’ın Avrupa’nın eski başat aktörleri olan Fransa ve İngiltere’nin tek taraflı olarak İsrail’le birlikte bölgeye askeri olarak angaje olmalarına karşı sert bir pozisyon almasıyla ilişkilendirilebilir. Petrol Krizi’ne geri dönecek olursak, AB ülkeleri petrol konusunda Orta Doğu ülkelerine ne kadar bağımlı olduklarını ve ittifak liderlerinin de bu konuda kısa vadede çözümsüz kaldığını gördüler. Bu durum aslına bakarsanız bir uyanış olarak da düşünülebilir. AB ülkeleri bu andan itibaren sistematik şekilde Akdeniz’i çevreleyen ülkelerin her biriyle ve ayrıca Körfez ülkeleriyle tek tek ilişkileri derinleştirmeye başladı.

Özellikle 1980’de Filistin Kurtuluş Örgütü’nün meşru haklarını dile getirmeye başlamaları önemli bir eşiktir. Tabii ki aynı dönemde İsrail ile de ekonomik ilişkiler devam etmekteydi. Yani AB ülkeleri bir yandan Filistin’de yakaladıkları ufak boşluklara sızarak etki alanını genişletmeye çalışırken bir yandan da ABD’nin tepkisini minimize edecek şekilde İsrail’i de izole edecek adımlardan kaçınıyorlardı.

BİRİNCİ İNTİFADA İLE DEĞİŞEN DÜZLEM

Birinci İntifada ile birlikte değişen düzlem ABD’nin AB’ye yaklaştığı yeni bir gerçeklik yarattı. 1980 yılını bir daha düşünecek olursak aslında Soğuk Savaş’ın da şekil değiştirdiği ve ABD’nin üstünlüğünü tekrardan Sovyetlere kabul ettirmeye başladığı bir dönemin başlangıcıydı. Dolayısıyla artık Sovyet etkisinin de yoğun olduğu alanlara yeniden nüfuz edilebilecekti. Öyle ki Fransa bile durumu fırsata çevirerek bölgeye tekrardan angaje olmaya başlamıştı. 1986’da Reagan’ın İsrail’in Filistin topraklarında devam eden işgaline karşı söylem üretmesi aslında uzun zaman sonra gelen ilk yumuşama olarak görülebilir. Camp David burada bir ilk adım olarak değerlendirilse de aslında bunun bölgede sadece Mısır’a yarayan dolayısıyla Filistin Meselesi’nin de sadece bir mülteci sorunu olmaktan öteye gitmeyen bir yaklaşımın ürünü olduğu açıktır.

1990’larda ise ABD’nin İsrail yanlısı tavrı yerini tamamen bir arabulucu formuna bırakmıştır. Tabii ki bu tavır İsrail’e yönelik bir fiiliyat yaratmaktan uzak olsa da en azından Filistinlilerin sesinin uluslararası medyada daha çok duyulması için ortam hazırladı. Bu dönemde Madrid ve Oslo görüşmeleri yine Filistin’in siyasi olarak tanınırlığını güçlendirdi. Süreç ise İsrail’in hukuk tanımazlığıyla sürekli baltalansa da 2000’lere gelindiğinde, Orta Doğu’da Irak ve Afganistan’da devam eden Amerikan işgalleri beraberinde bölgede diğer çatışma alanlarının stabil kalması gerekliliğini doğurduğu için Filistin-İsrail meselesinde en somut adımlar atıldı. Öyle ki Şaron hükümeti Gazze’den ve Lübnan’dan çekildi ve aynı zamanda yerleşimci adı altında gasp edilen bölgelerin bir kısmından da çıktı. Dolayısıyla 1990’lardan Trump dönemine kadar AB ve ABD benzer şekilde 67 sınırlarına vurgu yapan 242 sayılı BMGK kararına paralel söylem üretmiş oldular. Ancak burada tetikleyici olan motivasyon ne AB ne de ABD için Filistinlilerin haklarını korumak değil Arap ülkeleriyle aralarındaki denge açısından Filistin’i bir kaldıraç olarak kullanmaktı.

AB EDİLGEN BİR KURUM HALİNE DÖNÜŞTÜ

Ancak bugüne gelindiğinde AB’nin kendi içinde ayrışmalar olsa da üretilen söylemin tamamen ABD ile paralel olduğunu görebiliyoruz. Çünkü önceki dönemlerde ABD için hep farklı ajandalar da mevcuttu. 73 Savaşı ve sonrasında gelen Camp David Süreci Soğuk Savaş’ın devam ettiği ve dolayısıyla ABD’nin hayli meşgul olduğu bir süreç. Dolayısıyla en önemli müttefiklerinin ABD’nin hareket alanını daraltmayacak şekilde kendi gündemlerini Orta Doğu’da operasyonel hale getirmeleri ve kendilerine bir hareket alanı oluşturmaları anlaşılabilir bir durum. Keza 90’larda ABD’nin zaten politika tercihinin AB’nin tutumuna yakın olması yine AB ülkelerinin bölgede Filistin konusunda önünü açan bir durum. 2000’lerde ise Irak’ın işgaliyle beraber AB içinde ve transatlantik dengesinde yaşanan gerilim Filistin’e yansımıyordu. İttifakın küçük ortakları liderlerine Irak’ta destek olmazken başka bir alanda daha muhalefet edecek güce sahip değillerdi. Bu noktada ABD’nin Filistin konusunda yine arabulucu rolüne soyunması AB için süregelen politikalarını istikrarlı biçimde devam ettirmelerine olanak sağladı. Trump dönemi ise bu konuda bir kırılma yarattı. Önce İran’la yapılan Nükleer Anlaşmasından çekilmeleri ve devamında Kudüs’ün başkent olarak tanınması meseleleri yaklaşık 30 yıldır devam eden eşgüdümün sonu oldu. Ancak burada AB’nin müstakil olarak 70’lerdeki gibi ABD’ye rağmen bir hamle yapabilecek kapasitesi yok. Her ne kadar Kudüs konusunda en başta tepki vermiş olsalar da bunu devam ettirerek tansiyonu yükseltecek adımlar atamadılar. Çünkü Bush sonrası ABD’nin bölgesel krizlerin çözümünde maliyeti müttefiklere dağıttığı bir senaryoda nadirde olsa angaje oldukları alanlarda AB’nin alternatif bir yol izleme şansı yok. Sistemli şekilde kendisini izole eden hegemonun bir krize doğrudan müdahil olması bu noktada bütün ilgisinin de orada olacağı anlamına gelmektedir. Yani küçük ortaklar için nüfuz edecek bir boşluk bulma ihtimali bu gibi kriz alanlarında yoktur. En makul seçenek ise hegemonun peşine takılmak olacaktır. AB de bugün farklı bir şey yapmamaktadır. Dolayısıyla meselenin özü olarak AB, transatlantik ilişkilerinden bağımsız, hareket alanı kısıtlı ve bölgesel krizlerde edilgen bir kurumdur.

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜ
Siz sivil öldürmeyi iyi bilirsiniz!