Var mı böyle diktatörlük? Var mı böyle demokrasi?

04:0016/06/2018, Saturday
G: 16/06/2018, Saturday
Yasin Aktay

24 Haziran seçimlerine doğru hızla yol alırken Cumhurbaşkanı adaylarının mitinglerde birbirlerini kıran kırana yönelttikleri eleştirileri, bazen moral bozucu bir seviyeye düşse de, iyi tarafından bakıp, Türkiye’de demokrasinin ve ifade özgürlüğünün ulaştığı seviyenin işareti olarak görebiliriz. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş sürecinde bunu bütün yetkilerin tek elde toplanmasına, dolayısıyla diktatörlüğe götüreceği bahanesiyle kıyasıya eleştirenler bugün bu sistemde kendilerine yepyeni bir umudun

24 Haziran seçimlerine doğru hızla yol alırken Cumhurbaşkanı adaylarının mitinglerde birbirlerini kıran kırana yönelttikleri eleştirileri, bazen moral bozucu bir seviyeye düşse de, iyi tarafından bakıp, Türkiye’de demokrasinin ve ifade özgürlüğünün ulaştığı seviyenin işareti olarak görebiliriz. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş sürecinde bunu bütün yetkilerin tek elde toplanmasına, dolayısıyla diktatörlüğe götüreceği bahanesiyle kıyasıya eleştirenler bugün bu sistemde kendilerine yepyeni bir umudun doğmuş olduğunu görüyorlar.



Ülkenin diktatör olduğundan şikayet edilen Cumhurbaşkanı dur durak bilmeden, dinlenmeden, meydan meydan dolaşıp halktan yeniden, beş yıllığına yetki istiyor. Bunu yaparken patronun kendisi değil, kendisinden yetki talep ettiği halk olduğunu her sözüyle, her hareketiyle herkese hissettiriyor. Dünyada başka bir örneği var mı böyle bir diktatörlüğün? Aldığı yetkinin ancak bir sonraki seçime kadar geçerli olduğunu bilerek, hissettirerek ve bunun gereğini yaparak davranan kaç diktatör geçti dünyadan?

Öyle bir diktatör ki, muhalifleri sabahtan akşama kadar onu meydan meydan, kanal kanal, her tür medyada ve ortamda yerden yere vurarak eleştiriyor ve o da bunlara cevap yetiştiriyor. Muhalifler pervasızca eleştirilerini, hakaret boyutlarına vararak yaptıklarında bu “muhalefet hakkı” olarak değerlendiriliyor, ama Cumhurbaşkanı bu eleştirilere aynı tonda cevap verdiğinde adını otoriterlik olarak koyuyorlar.

Doğrusu, Cumhurbaşkanının sözlerinin otoriterlik olarak hissedilmesinin tek sebebi, içeriğindeki hakikat gücünden başkası değil. Zaten otoritenin gerçek anlamı biraz da bu değil mi? Sözü yerinde, doğrusuyla, yetkinliğiyle ve münasebetiyle söyleyebilme otoritesi. Onlar cumhurbaşkanının ya hiç konuşmamasını veya konuştuğunda kendi boş sözlerini ifşa edecek şekilde otoritesini konuşturmamasını istiyorlar.

Onlar aslında meydanı boş istiyorlar. Diktatör suçlamasıyla açığa vurdukları aslında kendi diktatörlük özlemlerinden başkası değil. Oysa Cumhurbaşkanı şimdiye kadar üzerinde kurulmuş oldukları saltanatı boşa çıkarıyor, otoriteyi yıkıyor, alternatif bir siyasi dil kuruyor. Yurtta alışılmış iktidar söylemini yıkarken, dünyada ise beş egemenin otoritesine meydan okuyor, “dünya beşten büyüktür” diyor. O yüzden yurtta onu otoriterlikle suçlarken mücadelede yetersiz kalanların imdadına dünyadan güçlü bir desteğin koşması şaşırtıcı olmuyor.

Sosyal medyada Erdoğan’ı “diktatör” olarak lanse eden yabancı yayınların hepsi bir arada çekilmiş bir resmi var. Erdoğan’ı lince davet eden bu söylem birliğinden daha tehlikeli bir faşizan otoriterlik olur mu? Kendini kamuoyu maskesinin arkasına atan, hiçbir şeyi dürüstçe tartışmaya cesaret edemeyen, algı oyunlarıyla alternatifi yok etmeye çalışan aşağılık otoriterliğin sahtekar konsensüs oyunu. Bu oyun baştan beri devam eden beşten ibaret dünya düzeninin aynen, kurulduğu gibi devamı için kurulmuştur.

Oysa bugün Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin cereyan eden süreci tek başına bütün bu algı oyunlarının sahtekarlığını deşifre etmeye yeter de artar bile. Türkiye’nin cumhurbaşkanı şimdiye kadarki bütün seçim kampanyalarında olduğu gibi herkesten daha fazla koşturuyor, herkesten daha fazla ikna edici, herkesten daha fazla sahici, daha samimi çalışıyor ve bu yüzden herkesten daha iyi sonuç alıyor. Şu ana kadar hiçbir seçimini başka türlü kazanmadı. Otoritesiyle kimseyi kendisine oy vermeye zorlamadı. Sözü yüreklere işleyen bir sahicilikle kurdu, güçlü bir hikayesi vardı, herkesten daha fazla çabayı da ortaya koyunca başarısı mukadder oldu.

Önümüzdeki seçimlerde de başka türlü bir gelişme beklenmiyor. Karşısında daha sahici kimse yok. Daha inandırıcı olabilen kimse çıkmadı. Rakipleri uçuk vaatlerle, sorumsuzca bir popülizmle kesenin ağzını açarak akla hayale gelmeyecek vaatlerde bulunabiliyor. Ama inandırıcılıkları hemen ölçülüp değerlendiriliyor.

İnananlar da olabiliyor bu vaatlere ve demokrasi pazarında alıcısını da bulabiliyor bu vaatlerin. Ama demokrasi pazarının bir sağduyusu da vardır ve nihai kararı o veriyor. Her aileden bir kişiye iş vaat edenlerin bu sorumsuz cömertlikle iktidara geldiklerinde her aileden bir işsiz daha üreteceklerini çok iyi görüyorlar. Kılıçdaroğlu 1 milyon öğretmen atayacağını söyleyerek ciddi bir toplumsal talebe sorumsuzca bir rüşvet uzatıyor. Ama bunu nasıl yapacağını soran spikerin karşısında dut yemiş bülbüle dönüyor arkasından mevzuyu okullarına kahvaltısız gitmek zorunda kalan öğrencilere dam üstünde saksağan çalarak bağlıyor.

SILHO’YA ÖZGÜRLÜK, YASİN BÖRÜ’YE ZULÜM

Bu seçimin demokratik standardı konusunda geriye sadece “Sılho’nun tutsaklığı” kalıyor. (Selahattin Demirtaş’a “Sılho” demek benim tercihim değil, meydanlarda taraftarlarınca dillendirilen bir ifade, yoksa kimseyi kendine yakıştırmadığı bir isimle, lakapla çağırmak gibi bir yanlışın içinde olmayız.)

Onu da Yasin Börü’nün hunharca katledildiği manzara ile yine Hendek teröründen manzaralarla birlikte Sılho’nun tahrik edici konuşmaları ve beyanlarını yan yana koyarak tekrar düşünün isterseniz.

Sılho’nun hapisliği bir siyasi konu değil, bir terör konusudur ve kararı yargı vermektedir. Aday olduktan sonra siyasi görüşlerinden dolayı tutuklanmış değil. Kendisine kuvvetli delilleriyle birlikte isnat edilen bu cürümler dolayısıyla tutuklu iken aday olmuş. Cumhurbaşkanlığı veya milletvekilliği adaylığının bir cürümden kaçmak için bir fırsat olarak değerlendirilmemesi gerekiyor.

#Demokrasi
#Diktatörlük