İnsanlık tarihi aslında bir bakıma da insanların coğrafi hareketlilikleriyle oluşan gelişmelerin veya değişimlerin tarihidir. O yüzden medeniyet tarihçileri genellikle bütün medeniyetleri bir büyük göçün tetiklediği gelişmeler olarak kaydetmişlerdir.
Oturduğu yerde büyük medeniyetler kurabilen insanlar olmamıştır. Bir yere oturduktan sonra kurulan medeniyetler de büyümelerini büyük ölçüde sınırlarını ilave katkılara, yani yeni göçlere, bilhassa beyin göçlerine kapatmamalarına borçlu olmuşlardır.
Bugünün büyük imparatorluğu olarak ABD’nin de yer aldığı kıtanın keşfedilmesinden sonra buraya yaşanan kitlesel göçlerle kurulduğu malum. Ama kurulduktan sonraki büyümesini, gelişmesini yine dışarıdan göç almaya devam etmesine borçlu olduğu da bütün kurucularının kabul ettiği ve bir kurucu felsefe haline getirdikleri bir gerçek.
Bu göç dalgalarının medeniyetlerin yükseliş ve çöküşüne nasıl yol açtığının en iyi tanıklığını Anadolu coğrafyası yapar. Binlerce yılın arkeolojik kazıları bu hareketliliği de en net biçimde ortaya koyar.
Bizans, Selçuklu ve ardından da Osmanlı yönetimleri boyunca iktidarın yönetimi aynı zamanda göçün başarılı bir biçimde yönetimini de kapsıyordu. Nihayetinde İbn Halduncu kural da şaşmadan işliyordu ve köhnemiş düzenleri yıkan, onların yerine yeni ve taze bir düzen kurabilen de yeni göçlerle gelen ruh oluyordu.
Bu ruh her zaman yıkıcı olmayabiliyor, bazen onarıcı ve aşılayıcı bir katkı da yapabiliyor. Denilebilir ki, Osmanlı’nın 600 yıl süren hakimiyeti bu göçü olumlu tarafından alabilmesi ve onu bir fırsata çevirebilmesi olmuştur.
Osmanlı, yürüttüğü başarılı beden siyasetiyle, farklı milletleri başarılı iskan politikalarıyla ülkenin gelişmesine katkı yapacak hale getirmiş, bu nüfustan uzun ömürlü bir siyasal beden ortaya çıkarmıştı. Bu bedenin ön güçlü beslenme kaynaklarından biri dışarıdan ithal edilen insanlardı. Devlet kadroları soydan gelen bir imtiyaza dayalı olarak dağıtılmıyor, işin ehli olan dünyanın öbür ucundan veya toplumsal tabakaların en dibinden de gelmiş olsa en tepeye kadar görevlendirilebiliyordu. Batılı bir buluş olarak değerlendirilen meziyete dayalı istihdam, yani meritokrasinin ilk uygulamaları burada yapılmıştır.
Beyin göçünün en yüksek örnekleri bu tarihsel dönemlerde yaşanmış, ülke yönetimi için lazım olan ilme, ehliyet ve liyakata sahip olan hangi dinden veya toplumsal tabakadan olursa olsun o bedene dahil edilmiştir. Fatih’in İstanbul’u fethetmesini sağlayan teknoloji sadece ülkenin yerli insan kaynaklarıyla temin edilmemiştir mesela. Osmanlı mimarisi, sanatı, teknolojisi, Ermeni’den, Rum’dan, Endülüs’ten kaçan Yahudi’den neler neler öğrenmiştir…
Ancak, malum, 1. Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşı dünya için olduğu kadar Türkiye için de göçle beslenen siyasal bedenin yönetimi açısından yeni bir dönem başlatmıştır.
Bu yeni dönemde Türkiye kategorik olarak artık göç alan bir ülke olmaktan çıkmıştır. Buna rağmen 1924 Lozan Anlaşması’yla birlikte kararlaştırılan mübadele süreci Anadolu’nun nüfusunu köklü bir biçimde değiştirmiş, 1924 öncesi nüfus oranı yüzde 30’lara kadar varan Gayrı Müslim unsur, Müslüman unsurun Türkiye’ye gelmesi karşılığında Türkiye’den çıkarılmış böylece nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan bir ülke haline gelmiştir.
Cumhuriyetle birlikte yeni bir sayfa açılmış olsa da Türkiye’nin bu tarihsel ontolojisinden kaynaklanan sorumluluklarından tamamen kaçması mümkün olamayacaktı. Bu sorumluluk bu coğrafyalardaki siyasi hareketliliklerle zor durumda kalan Müslüman-Türklerin anavatan olarak görülen Anadolu’ya göçüne kapıları açık tutmaktı. O yüzden otuzlu ve kırklı yıllarda Balkanlardan göçler gelmeye devam etti. Kırklı yıllarda Bolşevik baskılarıyla yurtlarından edilen Ahıska Türkleri, Çerkezler, Kafkas halkları Türkiye’ye sığındı. Tarihinden gelen tecrübelere ve geleneğe uygun olarak veya insani duruşundan gelen bir sorumlulukla Nazi Almanyasında zor durumda kalan Yahudi bilim adamları da otuzlu ve kırklı yıllarda Türkiye’ye sığınmış, bunların Türkiye’nin genç olan üniversitelerinin gelişimine çok önemli katkıları olmuştur.
Bilahare Türkiye özellikle seksenli yıllarda kitlesel bir Bulgar göçüne, doksanlı yılların başlarında da Saddam’ın saldırdığı Kuzey Irak’taki Kürtlerin göçüne kapılarını açmıştır. Bütün bu unsurların hepsi Osmanlı yönetimindeki aidiyetlerini şimdi Türkiye ile sürdürmek durumunda kalıyorlardı.
Buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti şimdi kategorik olarak kendisini bir “göç ülkesi” olarak tanımlamıyor. Bunun anlamı, düzenli olarak vatandaşlığa belli sayıda dışarıdan insan kazandırmak gibi bir politikasının olmaması. Türkiye’nin milli varlığına, insan kompozisyonuna, siyasal bedenine katkıda bulunabilecek nitelikteki unsurları Türkiye Vatandaşlığına kazandırmak gibi özel bir siyaseti yok Türkiye’nin.
Ama bu siyaseti olmadığı halde, bu siyaseti olanlardan muhtemelen daha fazla sığınmacıya kapılarını açmak durumunda kalmaktadır. Bu sığınmacılar tabi planlama olmaksızın, olağanüstü şartlar altında ve kendi şartlarını da Türkiye’ye taşıyarak geliyorlar. Sorunlarla geliyorlar. Geldikleri ülkelerin sorunlarını da beraberinde getiriyorlar.
Toplamda bütün bu hesaplanmayan göçlerin Türkiye’nin gelişimine yaptıkları katkıların sosyolojik analizi yeterince yapılmış değil. Ama yapılacak esaslı bir analizin bu göçlerin Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin bu insan hareketliliğinden çok olumlu etkilenmiş olduğunu ortaya koyacaktır. Tabii bu açıdan yapılacak kapsamlı bir sosyolojik analiz başka boyutları da mutlaka ortaya çıkaracaktır.
Şimdi ise Türkiye 2013 yılından itibaren Arap Baharı sürecinin artçı etkileriyle yeni ve çok kapsamlı bir sığınma dalgasıyla karşılaşmaktadır. Sayıları 3,7 milyonu bulan Suriyeli sığınmacı, Mısır’daki darbe şartları, Libya ve Yemen’deki iç savaş şartları, Irak’taki Amerikan işgali ve arkasından DAEŞ ve Haşdi Şabi terörünün yol açtığı göçlerle Türkiye’ye sığınmış insanlar var. Bu en az 7 yıldır devam etmekte olan bir süreç.
Bu sürecin ülkeye taşıdığı insanlar beraberlerinde neler getirmektedirler? Biz onların gelişini ve Türkiye’nin bir parçası haline gelişlerini sadece seyir mi ediyoruz? Onların ülkenin etkili bir gücü haline gelebilmesi için neler yapıyoruz?
Bu konulara da bakmak lazım. Tabii sonraki yazılarımızda.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.