İnsana verilmiş en tehlikeli mülk olarak dil / ve liberalizmin restore edemediği Babil Kulesi

04:006/04/2020, Pazartesi
G: 6/04/2020, Pazartesi
Yasin Aktay

Bir Müslüman öznelliğini inşa imkanlarının arandığı bir girişime “isimler” üzerinden başlamak çok anlamlı ve yerinde bir iştir. Dil varlığın evidir demişti Heidegger. Varlık dil ile açımlanır, dil yoluyla anlaşılır ve dilin dışında da bir gerçeklik yoktur. Ancak bu, dili uhdemizde bir araç olarak görebileceğimizi göstermiyor.Dilin bu özelliği ona tam da Heidegger’in Hölderlin’in şiirinde dikkat çektiği mısra ile “insana verilmiş en tehlikeli mülk” olma vasfı da veriyor. Çünkü dil her ne kadar insana

Bir Müslüman öznelliğini inşa imkanlarının arandığı bir girişime “isimler” üzerinden başlamak çok anlamlı ve yerinde bir iştir. Dil varlığın evidir demişti Heidegger. Varlık dil ile açımlanır, dil yoluyla anlaşılır ve dilin dışında da bir gerçeklik yoktur. Ancak bu, dili uhdemizde bir araç olarak görebileceğimizi göstermiyor.

Dilin bu özelliği ona tam da Heidegger’in Hölderlin’in şiirinde dikkat çektiği mısra ile “insana verilmiş en tehlikeli mülk” olma vasfı da veriyor. Çünkü dil her ne kadar insana verilmiş bir şeyse de insanın müdahalesine, araçsallaştırmasına ve kullanımına kapalı değildir.

Verilmiş dilin ötesinde insanın da isimlendirme kabiliyeti vardır. Bu isimlendirmeler yoluyla dünyada kulu kendine kul edecek veya kendini kula kul edecek şekilde hiyerarşiler tesis eder. Dil aynı zamanda gerçekliğin bir tahrifi olarak işlemeye başlar, kalın bir ideolojik duvar örer insan varlığının-evinin etrafına. “İnsanların ağzından çıkan bir kelimenin büyüyerek inşa ettiği” (Kehf Suresi / 5) bir gerçeklik veya gerçeklik yanılsaması oluyor.

Dil, böylece insana verilmiş en tehlikeli mülk olarak, en tehlikeli haliyle işlevini yerine getirir. İnsanlar arasındaki haksız hiyerarşileri kendi ikili doğasına uygun olarak tesis eder, isimlendirir, tanımlar, kavramsallaştırır ve bütün bu süreçlerle içinde kimin üstün, kimin haklı, kimin veya neyin geçerli olduğunun hükmüyle dünyayı tesis eder. İnsana verilmiş en tehlikeli mülk olarak dil böylece Tanrı’nın ilk isimlendirmesinden uzaklaştıkça gerçeklik algılarını da otantik şeklinden uzaklaştırır, tahrif eder.

Müslümanların bu dünyadaki yer-yurt tutuş mücadelesi biraz da o otantik dili yakalayabilmelerine, dünyayı olduğu gibi gösterecek yalınlığı yakalayabilmelerine bağlı tabii. Bu, dilin tahrif ettiği dünyayı aslına döndürme, gerçeğin olduğu gibi görülebilmesini sağlayabilecek bir eleştirel temizlik ameliyesidir.

Bununla çok sık tekrarlanan “kendi dilimizi konuşmalıyız” türünden bir ifadenin ima ettiklerini kastetmiyorum. Bu cümlenin esas itibariyle çok kolay olmadığını, bazı bağlamlarda biraz sıkıntılı olduğunu takdir edersiniz. Nihayetinde dünyaya söyleyecek bir mesajı olanlar sadece kendilerinin söyleyip kendilerinin anlayacağı bir dil kullanmaz, bilhassa muhataplarının diliyle mesajlarını ifade etmenin bir yolunu bulurlar, bulmalıdırlar. Öbür türlüsü, pratikte de mümkün değildir. O yüzden her kavme o kavmin diliyle elçiler gönderilmiştir, hatta kendi içlerinden, onların dillerine, kültürlerine, esprilerine, dertlerine, tasalarına, sevinçlerine aşina.

Bu, bütün dertlerini dert olarak kabul edeceğin anlamına gelmiyor. İnsanların bazı dertleri onların dermanı değil, tam da cehennemi haline gelmiş olabilir. Bugünün insanının bir çok derdine bakın, bu dertler onları uyuşturan afyonlara, felakete sürükleyen tehlikeli alışkanlıklara dönüşmüş durumda. Ama bunu söyleyebilmek için bile onu iyi anlamak gerekiyor. O yüzden zaman zaman “kendi kavramlarımızla konuşmak” ifadesinin gereğinden fazla abartılı olduğunu söylemek durumundayız. Çünkü söyleyecek sözü olan, muhatabının dilini konuşmak durumundadır, muhatabının kendi dilini öğrenmesini bekleyerek, mesaj adına kaprislere girmenin bir anlamı veya faydası yok.

Bütün bu hassasiyetlerle, Müslüman öznelliğini kurmak, konuştuğumuz veya bize karşı konuşulan dile dair güçlü bir yapıbozumcu, eleştirel bakışaçıları gerektiriyor. Salman Sayyid’in Hilafeti Hatırlamak kitabı bu öznelliği inşa arayışında işe “isimler”den başlıyor ve liberalizm, sekülarizm, rölativizm, demokrasi, gelecekbilim, diaspora, hilafet, düzen, hermenötik ve etik başlıkları altında sorgulamalarını ve “Eleştirel Müslüman

Çalışmaları” adını verdiği bir çözümlemeye girişiyor.

Mesala ilk başlık altında, liberalizmin bu dünyada Batı’nın son derece tikel ve mahdut bir felsefesine ve yaşam tarzına bilimsellik ve evrensellik gibi bir paye vererek bütün dünyaya empoze etme stratejilerine dair.

İnsanlar arasındaki bütün farklılıkları giderecek evrensel bir dil birliğini yakalama adına bir tür Babil Kulesi gibi inşa edilmiş Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin temsil ettiği liberalizm aynı zamanda tarihin sonunu da ilan edivermişti. Bu kulelerde siyasete yer yoktur, çünkü herke ortak(laşmış) akıl karşısında, bilimsel hakikate ve tarihe ayak uydurmak durumunda kalmış, aynı dili konuşmaktadır. Oysa siyaset farklılaşmanın olduğu yerde olacaktır.

Bu evrensel idealler uğruna, arada Batının bütün emperyalist, kolonyalist geçmişini ve şimdisini unutarak yürütülen “diyalog” çalışmalarının neyi örtbas etmeye yaradığı bu bağlamda daha iyi anlaşılıyor. Sayyid, bu eleştirilerini İran eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin CNN’e verdiği, içinde Alexis de Tocqueville’yi Amerikan siyasetine karşı kullandığı bir mülakat üzerinden yapıyor. Bunun Müslümanlar için anlamı ve bu karşılaştırmalara pek memnun kalmayan Amerikalılar için anlamını ayrı ayrı ele alıyor. Çok değerli ve ilginç bir siyasal hermenötik çabayı ortaya koyuyor.

Babil kulelerinin yıkılması ve arkasından insanların dillerinin farklılaşmasıyla oluşan beşeri varlığımız aynı zamanda farklılaşmalarımızın da, dolayısıyla siyasetin de temeli. Bu farkları yok etmeye dönük bir arzu özellikle Batı tarihinde hiç gizlenemeyen bir arzu, ama bu aynı zamanda insan farklılıklarını yok etmeye dönük totaliter girişimlerin özünü de ele veriyor.

Batı’da İslam’a veya başka kültürlere karşı ister bilimsellik, ister büyük medeniyet, ister tarih (gheist), ister evrensellik adına yükseltilmeye çalışılan kırmızı kartlar liberalizmin özgürlük adı altında nasıl bir despotizmle malul olduğunu gösteriyor. Diğer yandan İslam’ın bu kırmızı kartlara karşı sergilediği başedilemeyen varlık, sadece orada burada karşılaşılan şiddet düzeyinde değil, felsefi düzeyde de Batı-merkeziliğini boşa çıkaran bir etki de yapmaktadır.

Tam bu yüzden “medeniyetler çatışması” söylemi, bu Batıcı söylemin çözülüşünün altüst edici etkileriyle baş etme çabasını temsil eder.

#Müslüman
#Medeniyet
#Hassasiyet
#Babil