Renkler, keşifler, kıssalar ve hikâyeler

04:0016/10/2020, Cuma
G: 15/10/2020, Perşembe
Ömer Lekesiz

Önceki yazımızı, Müslüman Türklerin başlarının pek hoş olmadığı yeşile karşılık, yeşil+ mavi+beyaz renklerin bir karışımı olan ve dolayısıyla yeşile-çalan turkuazı icat etmekle yetinmediklerini, onu müesseseleşme devrinde İslam sanatının hakim rengi haline getirdiklerini belirterek, bundaki dînî etkinin de yeşilin Allah’ın ve Peygamber’inin önceledikleri renk olmasıyla hürmeti hak etmesine bağlayarak bitirmiştik.Kubbetü’s-Sahra örneğinde, renklerle İslam sanatının ilk ilişkilerini konuşmayı sürdürürken,

Önceki yazımızı, Müslüman Türklerin başlarının pek hoş olmadığı yeşile karşılık, yeşil+ mavi+beyaz renklerin bir karışımı olan ve dolayısıyla yeşile-çalan turkuazı icat etmekle yetinmediklerini, onu müesseseleşme devrinde İslam sanatının hakim rengi haline getirdiklerini belirterek, bundaki dînî etkinin de yeşilin Allah’ın ve Peygamber’inin önceledikleri renk olmasıyla hürmeti hak etmesine bağlayarak bitirmiştik.

Kubbetü’s-Sahra örneğinde, renklerle İslam sanatının ilk ilişkilerini konuşmayı sürdürürken, hiçbir rengin mukaddes olmadığını özellikle hatırlatmamız; bir renge zikrettiğimiz nedenle hürmet etmekle, ona kutsiyet atfetmenin aynı anlama gelmediğini belirtmemiz gerekir. Çünkü renklerin şartı olan ışık Allah’tandır ve dolayısıyla tüm renkler Allah’ın renkleridir.

Öte yandan renklerin bilgisi, ihtiyaç durumuna ve icat şartlarına göre zamanla mukayyet olarak gelişmiş ve halen de gelişmekte olan bir bilgidir.

Bunları şu örnekler üzerinden açabiliriz:

Zemahşerî’nin Keşşâf’ında özetlediği şekliyle kıssa şudur ki, Hz. Musa devrinde İsrailoğulları’nın içindeki varlıklı bir ihtiyar, mirasına konmak isteyen yeğenleri tarafından öldürmüş, şehrin kapısına atıldıktan sonra katilleri gelip bir de diyetini istemişlerdir. Allah da inek kurban edilmesini ve ineğin uzvu ile maktule vurulmasını emretmiştir ki, maktul dirilsin ve katilinin kim olduğunu haber versin.

Bunun için, Tevrat’ta (Bamidbar 19:1 vd.) bir cesede dokunan ya da birinin öldüğü çadırda bulunan kişinin temizlenmesi hususunda yapılacak bir dizi ritüel içinde, kızıl bir ineğin (para aduma) kesilmesi emredilmiştir.

Bakara suresinin 2:67-74. ayetlerinde, zikrettiğimiz kıssa esasında konu tafsilatlı olarak anlatılırken, İsrailoğulları’nın cürümlerinin anlaşılması endişesiyle emri yokuşa sürmek için ineğin vasıfları konusunda istedikleri bilgilerde ineğin rengi de (levhuna) yer alır. Bu nedenle Hz. Musa’nın da Rabbinin “O, bakanlara ferahlık veren, parlak (fakiun) renkli sarı (safra’u) bir inektir” dediği iletilir. Sa’adya Gaon ise Arapça Tevrat’ında –onu Türkçe’ye çeviren Nuh Arslantaş’ın da vurguladığı gibi- İslam etkisiyle kızıl inek yerine sarı inek terkibini kullanmıştır. (Sayılar 19:3).

Bundan hareketle, Tevrat esasında “Rabbimiz bir şey söyledi ben onu iki anladım” dediği de rivayet edilen Hz. Musa’nın devrinde sarı rengin henüz tanımlanmadığını ve dolayısıyla onun ilgili vahyi kendi diline çevirirken ikili bir anlama başvurduğunu ileri sürmek yanlış olmasa gerektir ki, Sa’adya Gaon’ın mezkur tercihi de bunun teyidi için yeterlidir.

Peygamber Efendimiz’in devrinde ise sarının renk olarak net bir şekilde tanımlandığı, tonlarının zamanla netleşebildiği görülmektedir. Örneğin Keşşâf’ında fakiun’u saf ve koyu sarı olarak anlamlandıran Zemahşerî (v. 1144), bir safra’u terkibinde onu simsiyah anlamında kullanırken, el-Müfredât sahibi el-İsfahanî de (v. 1108) sufratu kelimesine “Siyahla beyaz arasındaki renklerden biri; (sarı). Siyaha daha yakındır. Bundan dolayı bununla bazen ‘siyah’ ifade edilir” kaydını düşmüş ve onu bakır rengine benzetmiştir.

Konumuz bağlamında mezkur hususu biraz fazla ayrıntılı olarak vermemizin nedeni, Kubbetü’s-Sahra’nın tezyinatında ağırlıklı olarak kullanılan yeşil ve mavi renklerin, İslam sanatının ilk programında şuurlu olarak sabitlenmiş olabileceğidir.

Öte yandan, söz konusu renklerin Kur’an’daki kıssaların doğru anlaşılmasında; bunlardan hareketle üretilecek hikayelerin doğru kurgulanmasındaki etkiyi de gözden ırak tutmamak gerekir, çünkü kendi hikayesini dini zihniyetine (kıssalarına) uygun olarak kurgulamayan bir toplumda sanat tek kanatlı olacaktır.

Bu bakış açısıyla, Kubbet’üs-Sahra’nın da yer aldığı platformda / On İki Bin Şamdanlı Meydan’da, kıble yönüne göre batıda, sol köşede yer alan zarif bir kubbenin Hz. Hızır’ın adını taşıması asla bir tesadüf olamaz.

Çünkü, Müslüman diliyle “Hızır” dediğimizde, Müslüman zihininde “Musa” imgesi kendiliğinden beliriverir ki, Kehf Suresi’nin 65. Ayeti’nde Musa ile arkadaşının bulma eylemi, buldukları kişinin niteliğiyle birlikte verilir: O, Allah’ın kendi indinden rahmet verdiği, ledün ilmini bahşettiği bir kuldur. Müfessirlerin çoğu Kehf Suresi’nin 60-82. ayetlerinde o kul’un adı verilmeksizin anlatılan kıssayı (el-Hıdr’ı) tefsir ederlerken, ilgili Hadislere de dayanak bu “kul”un adının Hızır olduğunu söylemişlerdir.

Hızır kelimesinin, yeşil ile aynı kökten geldiğinin unutulmamasını istirham ederek, konuyu nasipse izleyen yazımızda toparlayalım.

#Müslüman
#Zemahşeri
#Hızır