Özel bir seyir olarak sanat

04:0023/08/2020, Pazar
G: 23/08/2020, Pazar
Ömer Lekesiz

Tasavvufta hâller, makamlar ya da mertebeler bütününü içkin olarak merkezi bir bir öneme sahip olan seyir kavramı: “Hakk’a ermek üzere manevi yolculuk yapmak” demek olduğuna ve dolayısıyla metafizik bir düzey olması bakımından, aynı zamanda meta-linguistik -gündelik lisan ile dile getirilemez- olacağına göre, varlığı eserle ve eserin yegâne zemini olan yeryüzüyle mukayyet bulunan sanat / sanatçı tasavvufun zıt kutbunda yer almaz mı?Buradaki seyirden kastımız, ıstılahtaki tam adıyla seyr-u sülûk

Tasavvufta hâller, makamlar ya da mertebeler bütününü içkin olarak merkezi bir bir öneme sahip olan seyir kavramı: “Hakk’a ermek üzere manevi yolculuk yapmak” demek olduğuna ve dolayısıyla metafizik bir düzey olması bakımından, aynı zamanda meta-linguistik -gündelik lisan ile dile getirilemez- olacağına göre, varlığı eserle ve eserin yegâne zemini olan yeryüzüyle mukayyet bulunan sanat / sanatçı tasavvufun zıt kutbunda yer almaz mı?

Buradaki seyirden kastımız, ıstılahtaki tam adıyla seyr-u sülûk olup, onun manası da şöyledir: “Hakka ermek için bir rehberin öncülüğünde ve denetiminde çıkılan manevi ve ruhi yolculuk. Sâir ve sâlik (ehl-i sülûk) denilen yolcu (misafir), nefsindeki kötü huylarından arındığı ve iyi huylar edindiği ölçüde bu yolculukta mesafe alır.”

Seyr-ı sülûk’un gayesi de şöyle belirlenmiştir: “...Sâlikin kişisel arzu ve isteklerini yok edip tam anlamıyla kendisini ilahi iradenin hakimiyeti altına sokması, bu suretle diğer insanlara rehberlik yapmasına imkan veren kâmil insan mertebesine yükselmesidir. Bir müridin seyr ve sülûkunu tamamlaması bu ehliyeti kazanması anlamına gelir.” (Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2002)

Tanımın ve gayesinin çerçevesi böyle konulunca bir sâlik / mürit ile bir sanatçının terbiye bakımından aynı yöntemde eşitlenmesi mümkün görülemez. Zira mürit, Ubeydullah Ahrâr’ın yorumuyla “teslimiyet ve bağlılık ateşinin tesiriyle nefsani arzuları yanıp yok olmuş ve onda irade ve murat namına hiçbir şey kalmamış kimse” demek iken (Fıkarât, çev.: Abdurrahman Acer, Litera Yayıncılık, İstanbul 2016), sanatçı tam aksine kendisine verilen istidadı, yeteneği, kabiliyeti, mahareti, hüneri... ifa ederek varlığını yeryüzünde pekiştiren kimsedir.

Bu tanımları esas aldığımızda, ulaştığımız sonucun böyle çıkması kaçınılmazdır. Zira hem baştaki soruyu, hem de metafizik, sâlik, mürit, kâmil insan ve sanatçı terimlerini biz Batı etkisiyle bölümlenmiş bir kafa yapısına tabi olarak düşündüğümüz ve cevabını da yine modern telakkilerle kirlenmiş mevcut aklımızla aradığımız için mezkur çelişkiye toslamamız kaçınılmazdır.

İslam sanat aklının hakikatinde ise bu konuda bir çelişki yoktur.

Şöyle ki, İslam sanat aklı, “(Davud’a), sizin için zırh yapma sanatını (san’ate) öğrettik...” (Enbiya 21:80) mealindeki ayete göre Allah’ın, “Kullarıma de ki, sözün en güzelini söylesinler” (İsra 17:53) mealindeki ayete göre Peygamber’in mürebbiliği esasında kimsenin başıboş bırakılmayışına ve herkesin “kendi mizaç ve meşrebine göre iş” yapışına (İsra 17:84) tabidir.

Diğer bir söyleyişle İslam sanat aklında, bilgi ve fiil olarak Allah ile Peygamber’ine muhtaçlık / yönelme asıldır ve her kim ne işle meşgul olursa olsun, kendi mizaç ve meşrebinin hak ve hakikatini aşamaz.

Yorumu böyle yaptığımızda, sâlik ile sanatçı uğraşları cihetinden farklılaşmadıkları gibi, önce Allah’ın rızasını ve Peygamber’in memnuniyeti kazanma bakımından da tek noktada birleşirler.

Onları meşrebî yöntemleri ve fiilleri bakımından ayıran şey, kendi hakikatlerine göre hareket etme zorunluluklarıdır. Bu zorunluluktur ki, onları, Allah’ın ve Peygamber’inin başlangıçtaki öğreticiliklerini asıl iz sayarak, o izi en layık şekilde izlemelerini sağlayacak birilerine tabi kılar.

Bu izin sıhhatini teyiden “Pîr kimdir, bilir misin?” diye Soran Ubeydullah Ahrâr, şu tanımı yapar: “Pir, kendisinde Rasulüllah’ın razı olmadığı bir şeyin bulunmadığı ve Rasulüllah’tan olmayan bir şeyin kalmadığı kimsedir. Hatta o, kendinden ve arzularından sıyrılarak, nebevî ahlak ve vasıflardan başka hiçbir vasıf ve ahlakı yansıtmayan bir ayna gibi olan kimsedir.” (A.g.e.)

Pirler / şeyhler / ustalar... terbiye ile görevli olmaları bakımından aynı; mesleklere, meşreplere mahsus görevlerindeki yöntemleri bakımından farklıdır.

Bu manada, bir sâlik ve bir sanatçının onlara tabiyetinde bir müştereklik olabileceği gibi, yine bir sâlikin sanatçı, bir sanatçının da sâlik olarak terbiyesi mümkündür.

İslam sanat aklında, yukarıda zikrettiğimiz manada öz’ler esas alındığı için mezkur geçişkenlik, değişkenlik ancak zaman ve şart tanımlı olarak tahakkuk eder; değilse, ilgili aklın kendisinde bir değişme söz konusu değildir.

Öte yandan, terbiye esasında tasavvuftaki dikey yöneliş, sanattaki yatay yönelişe bir ufuk sunar.

Şöyle ki, sanatın zemini yeryüzüdür ve gerek yeryüzünün imarı, gerekse fertlerin faydası esasında yegane muhatabı insandır.

Dolayısıyla, tasavvuf “Halka hizmeti Hakk’a hizmet” olarak formüle edişiyle sanatı kendi içine çeker.

#Tasavvuf
#Terbiye
#Sanat