“İlmin dili ibâre, mârifet dili işârettir”

04:001/07/2018, Pazar
G: 1/07/2018, Pazar
Ömer Lekesiz

Yazımıza başlık olan söz, Şeyh Ebu Bekir Şiblî tarafından söylenmiş, Attâr tarafından nakledilmiştir. (Evliya Tezkereleri, çev.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2007)Marifetten bizim anladığımız, hüner / zanaat / sanattır. Sözü söyleyen, (ilk dönem sûfîlerden) Şiblî (v. 946) olunca, bu kelimenin tasavvufi manası (ıstılâhî kullanımı) öncelikli hale gelirse de, Attâr’ın aynı eserinde marifetle ilgili olarak Şiblî’den naklettiği diğer sözlere baktığımızda, kendi anlama şeklimizin doğruluğuna

Yazımıza başlık olan söz, Şeyh Ebu Bekir Şiblî tarafından söylenmiş, Attâr tarafından nakledilmiştir. (Evliya Tezkereleri, çev.: Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2007)


Marifetten bizim anladığımız, hüner / zanaat / sanattır. Sözü söyleyen, (ilk dönem sûfîlerden) Şiblî (v. 946) olunca, bu kelimenin tasavvufi manası (ıstılâhî kullanımı) öncelikli hale gelirse de, Attâr’ın aynı eserinde marifetle ilgili olarak Şiblî’den naklettiği diğer sözlere baktığımızda, kendi anlama şeklimizin doğruluğuna hükmederiz.

Kaldı ki, zikredilen söz öğrenmeye konu bir kelime ile başladığından, onu izleyen kelimenin de aynı düzeyde kullanılmış olması gerekir.

Öte yandan, İslam âleminde sanat tasavvufun çocuğudur; tohumu (özü) Kur’an ve Sünnet’ten gelir; tasavvuf tarafından doğurulur, emzirilir. Dolayısıyla sanata dair tanımların, yüklenen mahiyetlerin, öncelikle sûfîler tarafından dile getirilmesi doğaldır.

Bu kanaate bağlı olarak tasavvuf – sanat ilişkisini tartışma dışına itip, Şiblî’nin sözüne sanat planında rahatça dönebiliriz.

İşaret’in tanımından başlanarak marifet – işaret müşterekliği üzerine çok şey söylenebilir; diğer bir deyişle marifet ile bitiştirildiğinde işaret, bin pencereli bir yapıya dönüşür; hangisinden bakarak konuşursak konuşalım, sözümüz de aynı oranda bereketlenir.

Buna dair bir örneği Deleuze’den alıntılamak istiyorum. Elbette Deleuze, Şiblî’nin üzerinde durduğumuz sözünü görmemiş ve okumamış olabilir. Ancak ilgili yorumları Şiblî’nin sözünü (“de”) açmaktadır:

Nedenselliğin mantıksal ilişkisinin eyleme dökülmesinin, fiziksel bir şart olan sinyalizasyon sürecinden ayrı düşünülemeyeceğini söyleyen Deleuze, “Sinyal (signal) derken birbirine benzemez büyüklüklere sahip, asimetri unsurlarıyla donanmış bir sistemi”; “işaret (signe) derken böyle bir sistemde olup biteni, benzemezler arasında oluşan iletişim gibi, aralıkta bir anda parlayan şeyi” kastettiğini belirterek, işaret, öğrenme, aynılık, temsil ile eylem kelimeleri üzerinden şunları söylemektedir:

“Aynı’nın yeniden üretimi jestlerin motoru değildir. En basit taklidin dahi içeriyle dışarı arasındaki farkı kapsadığını biliyoruz. Hatta bir davranışın montajında taklit yalnızca ikincil ve düzenleyici bir rol oynar; yapılmakta olan hareketin düzeltilmesine olanak verir, başlatılmasına değil. Öğrenme temsil ile eylem arasındaki ilişkide (Aynı’nın yeniden üretimi) değil, işaret ile yanıt arasındaki ilişkidedir (Başka’yla karşılaşma). İşaret en az üç şekilde heterojenlik barındırır: öncelikle onu taşıyan veya yayan ve zorunlu olarak, aralarında işaretin parladığı iki büyüklük veya benzemez gerçeklik düzeni olarak bir düzey farkı sunan nesnede barındırır; ikinci olarak işaret, kendisini taşıyan nesnenin sınırları dahilinde bir diğer ‘nesne’yi sardığından ve doğal veya manevi bir gücü (İdea) cisimleştirdiğinden kendinde barındırır; ve son olarak da, yol açtığı yanıtın hareketi işaretinkine ‘benzerlik’ göstermediğinden, bu yanıtta barındırır. Yüzücünün hareketi dalganın hareketine benzemez ve bilhassa da, yüzme öğrenmenin kumda tekrarladığımız hareketleri, pratikte işaret olarak kavrayarak başetmeyi öğrendiğimiz dalganın hareketlerine oranla hiçbir şeydir. İşte nasıl öğrendiğimizi söylemenin bu kadar zor olması bu yüzdendir; işaretlere, doğrudan gelen veya sonradan edindiğimiz, pratik bir aşinalığımız vardır; o halde her türlü eğitimde aşka dair ama aynı zamanda ölümcül bir şeyler vardır. Bize ‘benim yaptığımı yap’ diyenden hiçbir şey öğrenemeyiz. Gerçek öğretmenlerimiz, bize ‘benimle birlikte yap’ diyenler ve bize yeniden üreteceğimiz jestler sunmaktan ziyade, heterojenlik içinde geliştirilecek işaretler yaymayı bilenlerdir. Diğer bir deyişle, ideo-motor yoktur, yalnızca duyu-motor vardır. Bazen istisnai noktalarda dalganınkilerle birleştirildiğinde, artık Aynı’nın tekrarı olmayıp Başka’yı andıran, bir dalga ve bir jestten diğerine farkı barındıran ve bu şekilde oluşturulmuş olan tekrarlamalı alan boyunca bu farkı taşıyan tekrar ilkesini benimsemiş olur. Öğrenmek esasında istisnai noktaların kendilerini birbirleri içinde yeniledikleri ve tekrarın kılık değiştirirken aynı anda kendini oluşturduğu bir alanı, bu işaretlerle karşılaşma alanını oluşturmaktadır. Çıraklık daima, yarattığı alanın sınırlarında, geliştirdiği heterojenliği destekleyen ölüm imgeleri uyandırır. İşaret uzaklarda kaybolduğunda ama aynı zamanda bize olanca kuvvetiyle çarptığında da, ölümcüldür.” (Fark ve Tekrar, çev.: Burcu Yalım, Emre Koyuncu, Norgunk Yayıncılık, İstanbul 2017)

Şimdi, Şiblî‘nin ve Deleuze’ün sözlerini birlikte okuduğumuza göre, Oleg Grabar dahil, bir çok Batılı sanat tarihçisinin İslam alemindeki sanatı aynılık, taklit, tekrar ve benzerlik kelimeleri üzerinden küçümsemelerinin nedenini bir daha düşünelim ve Deleuze gibi, metafizik ve sanat ilişkisini doğru konumlandırmadan İslam âlemindeki sanatın (aynı zamanda fenomenler olarak da) anlaşılamayacağını bilelim.

#İlim
#Dil