“Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?”

04:0019/06/2020, Cuma
G: 19/06/2020, Cuma
Ömer Lekesiz

“Sanatın varlığı edebiyattır” sözüyle, sanatın varlığını edebiyata indirgemede bir sakınca görmeyen Heidegger, bu yaklaşımını, sanatla işe koyulan hakikatin kendisini edebiyatın varlığıyla kurmasına dayandırır.Hakikatin daima bir şeyin hakikati olması bakımından, bu bahiste çift bir işleyiş olarak görünürlük kazanan işe koyulma ve kurma süreci’nin de kendisine mahsus bir hakikati vardır. Diğer bir ifadeyle ilgili sürecin hakikati, hayatın akış biçimine, istikametine göre bir nitelik yüklenmesidir;

“Sanatın varlığı edebiyattır” sözüyle, sanatın varlığını edebiyata indirgemede bir sakınca görmeyen Heidegger, bu yaklaşımını, sanatla işe koyulan hakikatin kendisini edebiyatın varlığıyla kurmasına dayandırır.

Hakikatin daima bir şeyin hakikati olması bakımından, bu bahiste çift bir işleyiş olarak görünürlük kazanan işe koyulma ve kurma süreci’nin de kendisine mahsus bir hakikati vardır. Diğer bir ifadeyle ilgili sürecin hakikati, hayatın akış biçimine, istikametine göre bir nitelik yüklenmesidir; tıpkı suyun içinde yer aldığı kabın rengine bürünmesi gibi, yürürlükte olduğu devrin karakterine bürünmesidir.

Örneğin, Üstat Sezai Karakoç’un kelimeleriyle, bizim edebiyatımız 19. Yüzyıl’ın başında “Gül bahçelerinden gelen / Şeyh Galib işi / bir şafakla” kesilmiş, hislerin havai fişeği, ruhun telvini ve hadisatın çiçeklenme yeri olarak iş’leye-duran edebiyatımızın zemini değil ama, diliyle, temalarıyla, simgeleriye ve imgeleriyle birlikte kurgusu değişmiştir ki, bu manada ilkin şiirimizin Leyla’sı paranteze alınmış, Mecnun’u ise bir din ve vatan sevdalısının kisvesini giyinmiştir.

Sanatın hakikatine tabi olarak, edebiyatın kendi devrinin hakikatine göre tahakkuk eden bu kurgulayıştaki, en önemli isimlerden biri kuşkusuz Mehmet Akif’tir. Divan edebiyatının talimi, terbiyesi ve zevkiyle yetişen Mehmet Akif, din ve vatan kaygısının akılları ve kalpleri alev alev sardığı günlerde, yerine göre bir müfessir, bir münevver, bir şathiyyeci, bir dertler münadisi, bir mersiyeci, bir yeni zaman Dede Korkut’u... olarak, diğer bir söyleyişle kendi zamanının hakikatini, bidayette sanat olarak işe koyulmuş olan hakikate, edebiyatın yeni kurgusuyla bitiştirmiştir.

Mehmet Akif’in mezkur konudaki ilklerden oluşuna, önceliğine rağmen, bahçe görünüşlü, gül kokuşlu, bülbül ötüşlü, selvi yürüyüşlü... edebiyattan, bir hayat – memat kaygısı kaygısı içinde, edebiyat-düşünce-eylem üçlüsünü -bunu aynı zamanda yeni kuşakların bir boyun borcu olarak-, Sakarya adlı şiiriyle gerçek planda resmeden isim Necip Fazıl olmuştur.

Sakarya, şiirde bir simgedir; o, edebiyatın hakikat kurgusu içinde yeni zamanın hakikatini iş edinmekle ve iş’lemekle sorumlu yeni neslin temsilcisi değil, bizzat kendisidir; sözü işi, işi kelimesi, hali sureti, sureti sireti olan bir yeni nesil...

Buna göre, Sakarya, masum Anadolu’nun saf çocuğudur; şairle birlikte Allah yolunun divanesi olarak sadece o vardır, çünkü ikisi de aynı gözyaşıyla mayalanmış, renkleri cihetinden nasibini aynı kan ve çamurdan almış, kaderin yoğurduğu kıskaçlarda buluşmuş; kefeni yatak ve tabutu kendilerine havuz bilerek, Son Peygamberin kılavuzluğuna kendi hakikatlerine göre teslimiyeti seçmiştir.

Necip Fazıl’ın aynı zamanda ağır bir imtihan olarak nitelediği bu durum, edebiyat esaslı ya da sorgulu olarak asıl karşılığını ise şu dizede bulur:

“Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?”

Çünkü edebiyat son tahlilde, hislerin tercümanı, ruhların telvini, hadisatın resmidir. Kaynağı idrak buhurundan nasipli, ruhtan ince, hevadan esintili... olduğu için de doğal olarak metafizik bir kırılganlığa sahiptir; kendi öz’üyle, müellifinin öz’el’inde mahfuz olarak biriciktir; müdahaleyi kabul etmediği gibi, belli bir devirle sınırlanmayı da hakikati itibariyle istemez.

Hal böyle olunca, zikrettiğimiz esaslardaki zorunluluğun, hatta maruz kalmak suretiyle benimsemenin, “Düşünce-edebiyat-eylem” üçlüsü planında ve dolayısıyla kendilerine mahsus hakların teslim edilmişliğinde, edebiyatın kurgusunu yenileyerek yol alması gerekir.

Bu, mezkur hakikatin, zamanın hakikatine göre yenilenmesi değil, zaten yenilenmiş olanın, yeni zamanın idrakine, diline ve zevkine göre yenilenmesidir. Zira, “düşünce-edebiyat-eylem” üçlüsünün varlığı, din ve vatanın istiklali sağlanıncaya kadar bakidir.

Rabbimiz bu aşamada da, yeni nesli kendi içlerinden çıkardığı iki müsmir fenerle aydınlatmıştır: Sezai Karakoç ve İsmet Özel!

12 Eylül düdüğünün çalmasıyla hakim olmaya başlayan “yorgan gitti, kavga bitti” anlayışına rağmen, Turan Koç, İbrahim Demirci, İhsan Deniz, Hüseyin Atlansoy, İlhami Çiçek, Arif Ay, Osman Konuk, Süleyman Çobanoğlu, İbrahim Tenekeci, A. Ali Ural, Cevdet Karal, Hüseyin Akın, Faruk Uysal, Cafer Turaç...’ın şiir kandilinde yağ, fitilinde derman olan şiir gayretleriyle, aynı zamanda Sezai Karakoç ve İsmet Özel’in “Düşünce-edebiyat-eylem” misyonlu edebiyatının varisleri oldukları ise malumdur.

Şimdi ise, 12 Eylül’deki mezkur kırılmanın ikinci safhasındayız.

Bunu da yazarız inşallah.

#Sanat
#12 Eylül
#İsmet Özel
#Mehmet Akif Ersoy