Ben diyeyim Michael, siz anlayın Harun. Ben diyeyim gelecek vadeden bir aktör, siz anlayın yolu görünce her şeyi yüzüstü bırakan bir cengâver. Ben diyeyim üniversite hocası, siz anlayın ateşin etrafında fırdönen bir pervane. Ben diyeyim bir garip derviş, siz anlayın bir garip derviş.
İşte o derviş, âşık olmuş. Şöyle anlatıyor o aşkı: “Çılgınlar gibi âşık olacağım ilk kişinin kısa boylu, ele avuca sığmaz, çok geniş bilgi sahibi, gözlüklü, ayrık dişli, yiyip içerken sıkça üstüne başına bir şeyler döken, Malaya işi peştamalının üstüne uzun bir cübbe giyen, çok zengin bir Edward dönemi İngilizcesi konuşan, resmen bulaşıcı bir kahkahası olup yürürken elinde muhakkak asa taşıyan Zanzibarlı bir zenci olacağını asla hayal etmemiştim.”
Çok tuhaf bir tanımlama değil mi? Hâlbuki bizim bildiğimiz dervişler, aşkına yandıkları pirlerini “şöyle büyük adamdı, böyle keramet ehliydi, ilim ve irfan deryasıydı” diye tanımlarlar genelde. “Dişleri ayrık, yiyip içerken sıkça üstüne başına bir şeyler döken” adamdan pir olmaz gibi gelir bize. Çünkü “pir” dediğin insana benzemez. Pirin ismini demeden hemen önce yarım sayfa unvan, ismini zikrettikten sonra yarım sayfa tazim belirtmek gerekir ki bahsi geçen kişinin “pir” olduğu anlaşılsın.
Oysa bizim garip derviş öylece veriyor ismini: Seyyid Ömer Abdullah.
İşte o Seyyid Ömer Abdullah, bir gün Londra’da Harun’un evine misafir oluyor. Yere bağdaş kurup yolun inceliklerini, kalbin hallerini, insanın acizliğini anlatıyor uzun uzun. Ardından da abdest almak için hamle ediyor. Harun, bir testiden su döküyor pire abdest alması için. Pir, abdest bitince soruyor ona: “Sen Amerika’nın neresindendin?” “Kaliforniya” oluyor cevabı Harun’un. Pir, “yapma ya, sen Holywood’u bırak da buralara gel” diyor kahkaha atarak. Pirin kahkahasına, evde bulunanlar da eşlik ediyor.
Harun, o kahkahaları şöyle anlatıyor: “Pancar kırmızısı kesildim. Beni resmen bulunduğum yere çivilemişti. Meclisteki herkes kahkahalarla gülmeye başladı. Çünkü arkadaşlarımın hepsi geçmişimi biliyordu. ‘Efendim, işte Holywood’da şöyle şöyle aktördüm de, işte bütün o şan şöhreti Hak yolunda terk ettim!’ tarzında bir hikayeyi nicedir beraberimde taşımış olduğumu o an fark ettim. Tek bir komik ve (en azından benim için) utanç verici bir anda, o iddiayı öldürüp defnetmişti Seyyid Ömer.”
Harun, arkadaşlarıyla bir zaviye açar Londra’da. Güzel, tatlı, küçük bir yer. O gün, Filistin’den döndüğünden beri kendisini büyük bir boşlukta hisseden bir arkadaşının içine düştüğü girdaptan nasıl çıkabileceğini düşünmektedir bizim derviş. “Arkadaşım Filistinli bir şeyh efendinin verdiği yoğun esmaları aylarca çektikten sonra kendisini gergin, kırılgan ve büyük bir boşlukta hissetmeye başlamıştı” diye anlatıyor işin burasını Harun.
Dert böyleyken zaviyenin kapısı birden açılmış ve içeriye Seyyid Ömer girmiş.
Ne bir selam, ne bir sabah, ne bir hal hatır etme yok. Bu durum Seyyid Ömer’in
mizacına fena halde tersmiş üstelik. Doğruca gelmiş ve Filistin’den yeni dönen dervişin karşısına dikilip “Senin adın ne?” diye sormuş. “Abdüllatif” demiş derviş. “Peki Abdüllatif. Çok hızlı ilerlemeye çalışmamalısın” demiş ona Seyyid Ömer, “çünkü çok hızlı gidersen dengen tamamen bozulabilir.” Abdüllatif’in şaşkınlığına diyecek yokmuş. Zira hayatında ilk kez gördüğü yaşlıca ve egzotik bir
Afrikalı ona tabiri caizse ayar veriyormuş. Seyyid Ömer, istifini zerrece bozmadan, gözleri fal taşı gibi açılmış Abdüllatif’e
bir kez daha yüklenmiş: “Sen benim ne kastettiğimi iyi biliyorsun.”
Ardından kısa, kısacık bir sessizlik olmuş zaviyede. Seyyid Ömer, sanki konuyu değiştirmek istercesine sesinin tonunu da değiştirerek “ne iş yaparsın sen? Mesela yemek pişirebilir misin?” diye sormuş Abdüllatif’e.
Abdüllatif’in cevabını Harun’dan okuyalım: “Çarpılmış haliyle kafasını aşağı yukarı salladı ve yarı kekeleyerek ‘eee, şey, be… bee… been Doğu Londra’daki John Slade Sanat Okulu’ndaki The Buttery isimli restoranda aşçıyım.”
İşte böyle. Seyyid Ömer, bir masal perisi olmadığını, bir kitaptan fırlamadığını, bir olağanüstü varlık olmadığını “sıradan bir olağanüstülük” göstererek anlatıvermiş Abdüllatif’e. “Mesela yemek pişirebilir misin?” sorusu odur.
Keşke “mesela yemek pişirebilir misin?” diye sorsa bana biri ve ardından eklese: “Çünkü çok hızlı gidersen dengen tamamen bozulabilir.”
Merak edene söyleyeyim: Derviş Harun, yani Michael Sugic 1972 yılında İslam ile şereflenmiş, hayatının 32 yılını Mekke ve Medine’de geçirmiş bir yol ehli. Aynı zamanda tasavvuf alanında çalışan bir hoca… Hayatı boyunca karşılaştığı ilim ve irfan ehlini anlattığı “Ufuklardaki Ayetler” isimli kitabı da şu yakınlarda Ketebe Yayınları sayesinde buluştu okurla.
BIST isim ve logosu "Koruma Marka Belgesi" altında korunmakta olup izinsiz kullanılamaz, iktibas edilemez, değiştirilemez. BIST ismi altında açıklanan tüm bilgilerin telif hakları tamamen BIST'e ait olup, tekrar yayınlanamaz. Piyasa verileri iDealdata Finansal Teknolojiler A.Ş. tarafından sağlanmaktadır. BİST hisse verileri 15 dakika gecikmelidir.