Ayılarıma yemek ver

04:0010/06/2018, Pazar
G: 10/06/2018, Pazar
İsmail Kılıçarslan

İnsanın insana yaptıklarından da, dünyanın peşinden koşup durmaktan da bezmişti. Aslında “sorunun ne?” diye soracak olsanız derli toplu verebileceği bir cevabı da yoktu.En iyisi başından anlatmak meseleyi. Okullar birer birer bitmiş, son derece parlak bir öğrenci olarak İngiltere’ye gitmiş, yüksek müksek derken sınıfında tanıştığı Güney İtalyalı bir kıza abayı yakmış, Sicilya’daki balayının ardından memleketin en prestijli ve dolayısıyla en acımasız şirketlerinden birinde üst düzey yönetici olmuştu.Şairin

İnsanın insana yaptıklarından da, dünyanın peşinden koşup durmaktan da bezmişti. Aslında “sorunun ne?” diye soracak olsanız derli toplu verebileceği bir cevabı da yoktu.

En iyisi başından anlatmak meseleyi. Okullar birer birer bitmiş, son derece parlak bir öğrenci olarak İngiltere’ye gitmiş, yüksek müksek derken sınıfında tanıştığı Güney İtalyalı bir kıza abayı yakmış, Sicilya’daki balayının ardından memleketin en prestijli ve dolayısıyla en acımasız şirketlerinden birinde üst düzey yönetici olmuştu.



Şairin “her gün aynı kalafat yerine çekilmenin nefreti” dediği şeyi hiç hissetmeden on yıl geçirmiş, ilk beş yıl çocuk istememiş, ikinci beş yıl da çocuk onu istememişti zaten. Güney İtalyalı o güzel kız sekizinci yılın sonunda “hadi bana eyvallah” deyip memleketine dönmüştü.

Doğrusu, bu bile o kalafat yerinin ne olduğuna dair bir düşünce oluşturmamıştı kafasında. Karısının çekip gitmesini takip eden iki yıl “bilmem ne şirketinin gözde bekar CEO’su” olarak İstanbul’un altını üstüne getirmişti.

Bu esip esrime hali geçince “ne yapsak dolmuyor o büyük boşluk hissi” kasabasının bir sakini haline gelmeye başladı yavaş yavaş. Her gün çektiği trafik, her gün girdiği toplantılar, her gün gördüğü yüzler ağır ağır yük olmaya başladı sinesine. Bir müddet de böyle yaşadı.

O sabah laktozsuz sütten kafeinsiz kahvesini yudumlarken gördü o haberi. Avukat kızın biri köprüden kendini atmış, ardında da “yavaş yavaş delirdim, kimse farkına varmadı” yazılı bir not bırakmıştı.

O öğleden sonra verdi istifasını patrona. Fiyatlarını biraz düşük yazınca Maslak’taki evle ikinci arabayı da hemencik çıkardı elden. Borsadaki birikmişini çekti. Saatlerini, tablolarını okuttu simsarlara.

Bütün bunları yaparken sonraki adımının ne olacağına dair hiçbir fikri yoktu. Bir hayattan soyunur gibi soyunmuştu bütün malvarlığını; hepsi o.

O gece sabaha kadar uyumadı. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yola çıktı. “Şurası mı, yok yahu şurasıdır belki” diyerek sürdü. O gün bulamadı. Bir yol üzeri otelde yattı. Ertesi gün yine sürdü. Ertesi gün yine.

Belki yedinci, belki sekizinci günde bir tepe ilişti gözüne. Yoldan taa ilerde... Tepeye doğru sürdükçe tek tük evler bitti. Bir dereyi karşıya geçince de “aha” dedi, “demek evi buraya yapacağım.”

Mal sahibinin “beyim satmaya satarım da, kuş uçmaz kervan geçmez buradan” deyişine aldırmadan parayı bastırıp aldı toprağı. İki aya kalmadan dünyanın en basit evlerinden birini kondurdu üzerine. Ustaların alaylı bakışlarına aldırış etmeksizin o şehirli elleriyle bizzat çalıştı evin yapımında.

Unuttular onu orada. Önce eski eşi, ardından çalışma arkadaşları, sonra dostları, ailesi, en sonunda da bütün dünya Anadolu’nun bir tepesinde ev yapıp içine oturan bu adamı unuttu.

O da bu unutulmuşluğa çabuk alıştı. Ne kimseye gitti ne kimsenin kendisine gelmesini umdu. Bir tek İhsan vardı. Arada gelip işlere yardım eden kimsesiz, çipil bir delikanlı.

Ekti, biçti, yedi, içti ve düşündü. Çok uzun düşündü. Aya baktı, yıldızlara baktı, güneşe baktı; düşündü. Yamaca ektiği mısırlara, elmalara, biberlere, domateslere baktı; düşündü. Sobaya attığı odunlara, ağaçların kabuklarına baktı; düşündü. Her gün beslediği iki ayıya baktı; düşündü.

Geldik meselenin ek yerine. Eve yerleştiği ikinci haftada geldi iki yavru ayı kapısına. Hayır, korkmadı onlardan. Yine de tedbiri elden bırakmadan, çitlerin arkasından, yiyecek verdi onlara. Sonra ayılar ona, o ayılara alıştı. İki yıldır aralıksız her gün sabah iki ayı geldi ve o da aralıksız her gün yiyecek verdi onlara. “Resneli Niyazi’nin geyiği varsa benim de işte iki tane ayım var, bu dağların bir komitacısı da ben olurdum olmasına ama bende şarkı bitti be” dedi İhsan’a. İhsan ne dediğini anlamadı

elbette ama o acıyı tanıdı.

O sabah İhsan yerde yatarken buldu onu.

Apar topar hastaneye yetiştirilirken güçlükle dudaklarını araladı ve şöyle dedi: “Ayılarıma yemek ver İhsan. Neyim varsa senin olsun. Evim de, arabam da, yatağın altındaki paralar da... Soran olursa ‘her gün aynı kalafat yerine çekilmenin nefretini daha fazla taşıyamadığı için kendisine kaçan bir adam yaşadı bu tepede’ dersin.”

#İnsan
#Yaşam