|

Portatif masalar

04:00 - 15/05/2024 Çarşamba
Güncelleme: 00:13 - 15/05/2024 Çarşamba
Yeni Şafak
Arşiv.
Arşiv.
Ayşegül Genç

Hız ve selamsızlık ölümü sırayla, mutluluğu birlikte isteyen kadim düşünceye çelme taktı. Sosyal medyada anlık bir ses kaydının, bir video görüntüsünün, bir cinnet anının, kopuk bir cümlenin üzerinden aktı işleyiş. Olayın başı ve sonu bitti. Dolayısı ile adil bir tavır arzusu da bitti. Linç vardı. Evvel ve ahir yoktu. Olayın akışı, hikâyenin gidişi, insanın duruşu buharlaştı. Buna rağmen hızın hâkimleri ve hazzın yargıçları büyük bir küme oluşturdu. Vakıf olmadan, uzaktan, öteden bir bakış. Nasıl ki bazı insanlar için ağır mobilyaların ahşap masaların yerini portatif masalar, katlanır sehpalar aldı, vakıf olmanın sorumlu olmanın yerini de işte bu portatif vicdanlar, açılır katlanır hâkim kürsüleri alıverdi. Emir belli: Ağır olandan uzaklaş. Taşıması zor olur. Taşıması zor olduğu için de diğer eşyalar ona uydurulur mecburen. Bu mecburiyetten uzaklaş.

Eskiden komşuları ve akrabaları ölüm döşeğinin etrafında toplayan ölümün/ölünün kendisi değil sorumluluk duygusunun ağırlığıydı. Etrafındaki kırk evden sorumlu sayardı mahalleli kendini. Faili meçhul bir cinayet işlendiğinde kesame adı altında mahalle halkından elli kişiye yemin verdirilir, sadaka taşları, şufa hakkı, avarız akçası birlikteliğin ürettiği sorumluluğun ağırlığını paylaşmak için hayata eklenirdi. Evsiz, mahallesiz, selamsız ve sorumsuz olmayalım diye. Günümüz insanı etrafındaki insanları insandan saymadığı için ölümlerini de ölümden saymaz. Hastanede ölen ve morgda üst üste yığılan nesnelere dönüşür insan. Lakin kendisi de bu durumun bir parçası olduğu için önemini kaybeder. Kendi ölürken de Kundera’nın dediği gibi mezarını kazanların parlak bir müttefikine dönüşür. Kelimesiz, selamsız, hızlı bir kazışın müttefiki. Emre uygun: Ağır olandan uzaklaş. Kendinden uzaklaş.

Edebiyatın selamlaşma, karşılaşma, buluşma, anlama, beraber bir miktar yürüme ile ilgisini hep söyleriz. Bu yapıcı rolünü bugün daha iyi anlamak zorundayız. Edebiyatçı bir hikâyeyi iyi aktarmak için her şeyi bir bütün olarak düşünür, eksikleri de ayrıca düşünür. Tam anlattığında değil eksik anlattığında çoğalarak geri dönecek olandan korkar çünkü. Böylece hem tam hem eksik tarafları düşünülmüş bir metin ortaya çıkar. Bir boşanma sonrasında evdeki ortak eşyaları ve ortak olmayan eşyaları bir anda görüveren çok yönlü bakış gibi. Kendini, anlattığın hikâyenin içinde bırakıp dışarıdan bakabilmek. Kendin de dahil ihtiyaç duyulanları ve duyulmayanları ayırmak.

Yıllar önce okuduğum Vadim O Kadar Yeşildi Ki romanı belki biraz da madencilikle (*)uğraşanların yaşadığı bir kasabada geçmesinden dolayı bana farklı bakışlarla bakmayı öğretmişti. Romandaki karakterler hız ve portatif yaşamın uzağında kanıyla canıyla var olmaya çalışıyordu. Yazarın sayfalarca bu var etme çabası beni etkilemişti. Ayrıntılı olarak anlatılan kasaba yaşamı, umutlar, aşklar ve ayrılıklarla dolu hikâyeler, karakterlerin iç dünyasını aktarmadaki başarı, yüzyıl önce yaşamış, hatta başka bir coğrafyada yaşamış ve hatta başka değerler silsilesi ile sarılmış insanlarla ortak yönlerimi ortaya çıkarmıştı. Yazar bilinmeyen bir yerden selam vermiş ben de almıştım, ölüm karşısındaki çaresizlik duygusu ile içimize doğru uzun uzun yürümüştük. Roman bittiğinde artık hayatta olmayan rahiplere, annelere, babalara, kardeşlere, aşıklara ağlamak istemiştim. İnsan biricikti çünkü. Hikâyesi anlatılırsa elbette.

Yukarıda dediğim gibi hikâyesizlik, parçayla iktifa, kısaltma ve kırpma arzusu, selamsız bir yaşam, ötekini yok saymanın hafifliği, bir yerden kaldırılıp başka yere kuruluveren portatif masaların cazibesi ağır olandan kaçtığımız için bizi buluyor. Kaçtığımız duygular bir şiirle bir roman ile karşımıza çıktığında ise insan olmanın ağırlığı altında nefes nefese kalıyoruz. Çünkü edebiyat, iyiliği ve kötülüğü; başka akıllar ve başka gönüller aracılığı ile karşılamak demek.

(*) ben de maden mühendisi olduğum için.



#Aktüel
#Edebiyat
#Hayat
18 gün önce