Tüm ailesi demiryolu çalışanı olduğu için istasyonlarda büyüyen mimar ve müzisyen Mehmet Atlı, demiryollarına Demiryolistan adını veriyor. Atlı'ya göre Demiryolistan, özenle dikilmiş çiçekler, petrol ürünleri, ''travers'' denen ve rayların altına döşenen ağaçlar, ter ve metal karışımı kokuyor.
Bir zamanlar kara trenler vardı. Adına ''Kara tren gecikir belki hiç gelmez'' diye türküler yakılmıştı. Zamanla kompartımanlı trenler Anadolu''yu baştan başa kat etmeye başladı. Sonra ekspresler geldi. Mavi Tren en hızlı trendi, havalıydı. Günümüzde ise Yüksek Hızlı Tren girdi hayatımıza. Ankara ile Eskişehir arasını 1 saat 20 dakikada alıyor. İstanbul Eskişehir arası yapım çalışmaları ise devam ediyor. Bu hat da bittiğinde İstanbul Ankara arası yolculuk 3 saate inecek. Yapım çalışmaları nedeniyle bir süredir İstanbul Eskişehir hattı seferleri yapılmıyor. Ekim 2013''te başlayacak olan tren yolculuklarını özledik. Acaba eski trenlerin verdiği nostaljik tadla, yeni trenlerin hızı yarışabilecek mi merak ettik. Dedesi, babası, kardeşleri, dayıları demiryolcu olan, çocukluğu Diyarbakır, Sirkeci Ankara garlarında geçen Mehmet Atlı ile tren yolculuğunu ve kendine has dokusu ile adeta ayrı bir ülke izlenimi veren Demiryolistan'ı konuştuk. Demiryolistan adını, Mehmet Atlı geçtiğimiz haftalarda yayınlanan ''Tren Bir Hayattır'' kitabındaki yazısında vermişti. Demiryolistan''ın hala yaşadığını söyleyen Atlı, Demiryolistan kokusunun özenle dikilmiş çiçekler, petrol ürünleri, ''travers'' denen ve rayların altına döşenen ağaçlar, ter ve metal karışımına benzer bir koku olduğunu söylüyor.
Arada kaynadım, unutuldum galiba. Ya da yaşlılarımız kadar gayretli ve çalışkan, demiryolcu-mühendis abilerim kadar da iyi öğrenci olamadığım için, diyeyim. Bunlar gerçek nedenler. Bir de daha kaçamak bir cevap verecek olsam; Demiryolu Türkiye''de giderek gözden düşüyordu. Eskişehir ''deki tek demiryolu meslek lisesi son demlerini yaşıyordu. Büyüklerim düz lise okuyup doğrudan üniversiteyi hedeflememi önerdiler.
Evet, özellikle son nesillerin ''kurumsal aidiyeti'' giderek zayıflamakta. Yalnız demiryolu değil bütün ''kurumsal cemaat''ler ya da kapalı siteler çözülüyor diyebiliriz. Kapalı siteler artık devlet eliyle değil, başka tarihsel/toplumsal koşullar ve mimari bağlamlarda, başka aktörler eliyle üretiliyor bugün. Tabii bunlara ''büyüklerin çocukları bir şey yapması'' pratiklerinin değişimini, kuşak farklarını da eklemek gerek.
Çok cılızlaşmış imgeler, yıkık dökük mimariler, yaşlı ağaçlar, içine kapanmış eski tanklar, aşınmış korkuluklar, makineler, paslı yalnızlıklarıyla buharlı lokomotifler olarak bile olsa ya da kimileri için bir nostalji olarak da olsa, evet, Demiryolistan yaşıyor.
Birbirlerinden çok farklı bu üç farklı kentte ve coğrafyada, üç farklı zamanda inşa edilmiş olmalarına, çok farklı mimari üslup özellikleri göstermelerine rağmen, bu üçünü de benzer kılan; aynı demiryolu ülkesinin, bir ağın, sistemin parçası kılan demiryolu yapı ve müştemilatları, lojmanlar, harf karakterleri, yüzler ve giysiler üçünde de insanda benzer hisler uyandırır. Garlarda genelde aynı ekonomik rasyonelite çabası, katı bir işlevselcilik ve hesaplılıkla bir arada hissedilebilen bir belirsizlik, tekinsiz ve gergin bir hava vardır. Suça, yaramazlıklara ortam olabilen kuytuluklar, romantik-melankolik bir atmosfer…
Öncelikle babamın kokusu. Ama bu çok kişisel bir tarif olacağından demiryolu mekânlarının ve çalışanlarının genel kokusu diyebileceğim ve özenle dikilmiş çiçekler, petrol ürünleri, ''travers'' denen ve rayların altına döşenen ağaçlar, ter ve metal karışımına benzer bir koku.
Ankara-İstanbul arasında severim. Daha özen gösterilen bir hat olduğu için. Bu yolculuklar türlü hisler uyandırır. Karmaşık. Uğultulu. Müziksel. Güzel. Ama gördüğüm kimi Avrupa kentlerinde, tren yolculuklarının da garların da çok daha canlı ve keyifli olduğunu da söylemeliyim.
Kompartımanlı trenlerde bir sohbet ortamı doğardı. Pulmanlardan sonra o ruh kayboldu mu? Ne dersiniz?
Göz göze temas ve aynı küçük mekânda, başta yiyecekler olmak üzere en özel bilgilere varıncaya kadar pek çok şeyin paylaşıldığı uzun saatler… Size hak veririm. Ama pulman da farklı bir his, kendi başına kalma imkânı ya da daha yakınındakiyle daha sınırlı bir paylaşım gibi özel bir durum sağlıyorlar diyebilirim. Yahut yemekli vagonda tanışanlar, karşılaşanlar. Trenler her haliyle ilginç bence.
Demiryolu çalışanı olmadığımdan benim anlatacaklarım hep dolaylı tanıklıklar olacaktır. Demiryolcuların alanına girmekten, özellikle mimarileri konusunda oldukça yetkin araştırmacıların olduğunu bildiğimden, ahkam kesmekten imtina ettiğimi de belirtmek isterim bu arada.
Bildiğim, yaşadığım çok anekdot olsa da ilk elden üç şeyi anabilirim: Dedemin karlı ve çok soğuk bir havada, ücra bir yerde yol tamiratı ile uğraşırken donup birbirine yapışmış ve uzun yıllar öyle kalmış ayak parmakları. Lokomotif deposunda tornacı olan babamın, Doğu Alman yapımı dev torna makinesini bizlere göstermesi, onun önünde fotoğrafların çekilmesi. Demiryollarının bir zamanlar emekli ettiği işçilere hediye ettiği Serkisoff saatler ve bu hediyedeki incelik.
Diyarbakır Gar'ına gelen Yoğurt Treni varmış. Nasıl bir trendi bu?
Sabahın çok erken saatinde geldiği için çocuklar pek görmezdi ama başta demiryolu çalışanları olmak üzere civarda oturanlar, bakkallar bu trenle Diyarbakır''a yoğurt, peynir vs. getiren kırsal kesim insanı ile garda alış-veriş ederlerdi. Sadece maddi bir alış veriş değil tabii kentselle kırsalın karşılaşması biçiminde bir renklilikten söz edilebilirdi. Yoğurt treni hala var mıdır bilmiyorum ama benzerleri mutlaka vardır. Demiryolunun tanımladığı, ona özel ilişki ağları süregitmektedir ve değişik bölgelere özgü değişik trenler hala vardır.
Tren yolcuları nasıldı o dönemde, şimdi nasıl?
Bu kapsamlı bir tarihsel-sosyolojik araştırmayı hak eder herhalde ama en kaba gözlemlerimle şunu söyleyebilirim: Şimdi daha yoksul, daha lokal ve haliyle daha homojen bir yolcu profili çizilebilir.