Bizim, milletin hakkını, parasını, haksız yere yiyenlere ve yedirenlere küfretme imtiyazını kaybetmememiz lazım.
Bu imtiyaz, haksızlıkla elde edilebilecek her türlü zenginlikten daha büyük bir zenginliktir.
Ve bu hal, '
kötülüğe, elinizle yapamıyorsanız dilinizle, dilinizle yapamıyorsanız kalbinizle karşı koyma
' geleneğimize uygun düşen bir insan halidir.
Kim yapar yolsuzluğu?
Herkesin, kendine göre bir yolsuzluk yapma kapasitesi vardır.
Amir, memur, işadamı, siyasetçi, hatta gazeteci.
Teraziyi yanlış tartan esnafın yaptığı da yolsuzluktur, çimentodan, demirden tasarruf edeceğim diye milletin hayatını tehlikeye atan müteahhidin yaptığı da...
Veya, menfaat için yalan haber yapan gazetecinin...
Birine, bir arkadaş grubuna, bir fikir grubuna, yerine göre bir cemaate, bir ticari şirkete menfaat sağlamak için haksız yere dava açan savcı, haksız karar veren hakim.
Hangi meslek grubunu sayarsanız sayın.
Herkes, kendi hayatında veya başkalarının hayatlarında bunun misallerini görmüştür.
Böyle şeylerin dini imanı da olmaz. Yani, meşrep de çok farketmez.
Asker, sivil hiç fark etmez.
Herhangi bir vatandaş? Düz, etiketsiz, yalın haliyle vatandaş?
O bile, bütün kısıtlı şartlarına rağmen, vicdanı elverirse, yolsuzluk yapmanın yolunu bulabilir.
Demiyor muydu hakim, '
vicdan ile cüzdan arasında
?'
Demek ki, vicdansızsa yapar.
(Paraleller, aman, bu cümlelerden kendilerine pay çıkarmasın. Bir merci cevaz verince, velev bu merci dini kisveli bir merci olsun, kötülük kötülük olmaktan çıkmaz. Hiç bir faninin, -beşerüstüymüş gibi davrananlar dahil- yolsuzluğa cevaz verme yetkisi yoktur.)
İrtikap edenin mesleği, meşrebi nasıl çok çeşitli olabiliyorsa, şikayet edenlerin de maksadı, niyeti çok çeşitli olabilir.
Gerçekten, adalet duygusuyla bu yolsuzluğa itiraz edenler olabileceği gibi, kendisi yapamadığı veya yapma imkanına sahip olmadığı için sesini yükseltenler de çoktur.
Kendisi yapamadığı için sesini yükseltenler en çok siyasette karşımıza çıkar. Geçen seçimde de seyrettik, bu seçimde de yokluğunu çekmeyiz.
Aaa, tabii, bu cümleleri okuyan pek çok kimsenin hatırına hemen 17-25 Aralık kalkışması gelecek.
Gelsin.
Hemen fikrimi söyleyeyim. 17-25 Aralık, yolsuzluk operasyonu değil, yolsuzluk bahanesiyle yapılmış darbe girişimiydi.
Darbeye kalkışanların eli temiz değildi.
Yolsuzluk ikinci planda kaldı.
Darbe başarılsaydı, Yahya Kemal'in '
'nda söylediği 'Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan/Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan' daha büyük bir yolsuzluk kapısı sonuna kadar açılacaktı.
Yine de, 17-25 Aralık'ın toplum üzerinde bir etki icra ettiğini kabul etmek lazım.
Sayısız TV kanalı, sayısız gazete, iki yıla yakın bir süre durmaksızın yolsuzluk teması üzerinde çalıştı.
Bu yoğun birikim, ilk anda değilse bile, zamanla, seçim sandıklarına da yansıdı.
Ne kadar yansımış olabilir?
Yüzde bir mi? İki mi, üç mü? Kim bilir?
(4 partili sistemde, seçim terazisi çok hassas. Azı bile çok pahalıya mal oluyor bu oranların.)
Ve bu kalabalık literatürün karşısına, onun etkisini dengeleyecek kadar etkili bir tez konulamadı.
'Nakısa' onarılamadı.
Bir 'tez' mi konulmalıydı yoksa bir 'tavır' mı, nakısayı onarmak için, üzerinde durmaya değer.
Tecrübeler, 'tavır'ın, 'davranış'ların 'tez'lerden daha değerli olduğunu gösteriyor.
Bu 'tavır' siyasete nasıl yansıtılabilir?
Yolsuzlukla, usulsüzlükle, rüşvetle, irtikapla siyasetin arasına ciddi, gözle görülür bir mesafe koymak, iyi bir başlangıç olabilir.
Başbakan Davutoğlu geçen Haber Türk'teki röportajında bunun bir örneğini verdi.
Dedi ki, “
Kısa dönemli hayat standardının değişmesiyle malul hale gelirsek özümüzü kaybederiz
.”
Ve devam etti:
“Eğer benim hayat standardımda öngörülenden farklı bir şey görürseniz benden hesabını sorun, eğer ben sizde görürsem bilin ki hesabını sorarım.”
(Benzer ifadeleri parti organlarında da kullandı Davutoğlu.)
'
' mantıklı bir slogan. Hatta çok mantıklı.
Fakat, biraz durağan. Nasıl diyeyim, biraz istikrarlı...
Yolsuzluğa dair şu yukarıdaki söylem, bana sorarsanız, daha heyecanlı, daha dikkat çekici.