İnsansız Şehir ve Şehirsiz İnsan’la nereye kadar?

04:0026/09/2016, Pazartesi
G: 16/09/2019, Pazartesi
Yusuf Kaplan

Önümüzdeki 10 yılda gelecek 100 yılın tohumlarını ekemezsek, yok oluruz, demiştim.



Başta eğitim olmak üzere, fikir, sanat, kültür, medya ve gençlik'te medeniyet dinamiklerimiz ekseninde devrim yapamazsak, yaptığımız maddî atılımların hepsi boşa gider; geleceğe emin adımlarla yürümeyi geçtim, varlığımızı sürdürebilmemiz de tehlikeye girer.



Bu arada umudunu bize bağlayan mazlum ümmetin umutları da suya düşer.



Medeniyetler, şehirlerde yeşerir.



Bütün peygamberler, şehirlere gönderilmiştir. Bu mesele üzerinde derinlemesine kafa yormak zorundayız.



İlkemiz şu olmalı burada:

Din, mekke'de hayat bulur; medine'de hayat sunar; medeniyet sürecinde de hayat sunar

bütün insanlığa ve varlığa...



Bu yazıda hem seküler kent fikri hem de

Müslüman şehir / medine tasavvuru

konusunda bir iki cümle kurmak niyetindeyim.



SEKÜLER KENTLER: TAŞLAŞMIŞ, RUHSUZ MEZARLIKLAR


Öncelikle, burada

kent ile şehri ayrı anlamlara sahip iki ayrı “dünya”

olarak görmemiz gerektiğini hatırlatmak istiyorum bir kez daha.



Kaldı ki, Batılı düşünürler bu meselede zihin açıcı fikirler geliştirdiler. Sözgelişi,

Deleuze, kent'i / city'yi, “garnizon”

metaforuyla açıklarken;

medine'yi / şehir'i “galaksi”

metaforuyla ifade eder.



Bu ayırım, son derece kışkırtıcıdır; bu mesele üzerinde çok yazdığım için bu kadarla yetiniyorum burada.



Paul Virilio, modern
seküler kentlerin “ölü mezarlıkları andırdığını
»

söylerken hiç de yabana atılmaması gereken bir tespitte bulunur.



Sekülerleşmeni ürünü kentleşme, ş
ehri
öldürdü çünkü. Sadece şehri değil; insanı da.


Buradaki yakıcı paradoksu görüyor olmalısınız: Modernleşme, doğuşunu kentlere borçlu aslında: Kentleşme olmasaydı, modernleşme de olamazdı. Modernleşme, kentlerle varoldu; ama şehri de, şehrin tabiî çocuğu olan insanı da yok etti.



Bunun öncelikli nedeni, kent'in bizim yaşadığımız derin bir tarihî tecrübenin ürünü olmaması: Kenti biz modernleşme serencamımızın bir sonucu olarak her şey gibi Batı'dan ithal ettik. O yüzden

kent, T
ürkiye'de tutmadı; şehri de tuzla buz etti.


Peki, kent Batı'da tuttu mu?

Tuttu ama insanı da yuttu

bu arada.

İnsansa kentte kendini de, kendi hakikatini de, hakikatin kendisini de unuttu

tabiatıyla.



Modern kent

, kalabalık yığınlardan oluşan

insanın sürgün yeri

gerçekte: İnsanın insan olabilmesi, kalabalıkların ortasındaki sürgün yerinde yitirdiği insanî özelliklerini hatırlayabilmesi için, kentten, kent sürgününden kurtulabilmesi şart.



POLİS'TEN NET-ROPOLİS'E...


Polis'ten metropolis'e, oradan megapolis'e

kadar yaşadığı serüven, insanın kentin yerine yerli yerince yerleşebileceği yeni yerler, muhkem, sarsılmaz yerleşim alanları arayışına soyunmasına yol açtı: İşte adına

sanal-kent

veya sanal-âlem dediğimiz

net-ro-polis

, bu arayış çabasının bir sonucu.



Peki sanal-kent ya da net-ro-polis ne, nasıl bir yer?



Kentin de öldüğü bir yer; yersiz-yurtsuzluk hâli. Bir kaçış mahalli. Kentin de, insanın da, hakikatin de, fizik gerçekliğin de buharlaştığı, sırra kadem bastığı bir göçebelik, tastamam bir göçüş, bir göçmüşlük labirenti.



PEYGAMBERLER YURDU: BARIŞ YURDU MEDİNE / ŞEHİR


Oysa

şehir

, bütün varlıkların, bütün hakikatlerin, bütün farklılıkların ve çeşitliklerin yaşanabildiği, tecrübe edilebildiği sürekli varoluş ve diriliş mekânı.



Yaratıcı'nın müdahalesine her ân hazır, tabiatın yemişlerini devşirmeye her zaman hazırlıklı bir

keşif ve mükâşefe aktörü

: Şehir / medine, yalnızca Müslümanlara özgü bir varoluş, bir tekevvün mekânı.



Çünkü şehir / medine, her şeyden önce peygamberlerin yurdu.



Kutlu kitabımızda,

bütün peygamberlerin şehirlere gönderildikleri

açıkça vurgulanır: Çünkü

şehir, â
lemin, varl
ıklar âleminin özü ve özetidir.


İnsan da, zübde-i âlemdir

: Âlemin, kâinâtın, tabiatın ve

bütü
n varl
ıkların dengesini korumak

, sadece insanlar arasında,

sadece inananlar arasında değil, bütün yaratılmışlar arasında
mizanı, dengeyi, ölçüyü, adaleti temin ve tesis

etmek ve teminat altına almakla mükellef kılınmıştır insan.



İnsan, varlıklar âleminin bir parçası olduğu ve varlıklar âleminde

Allah'ın adaletini tesis etmekle yükümlü

kılındığı için, insanın, inanan insanın başka insanlara da, başka varlıklara da, tabiata da zarar vermesi, diğer insanlar ve varlıklar üzerinde de, tabiat üzerinde de

tahakküm kurması düşünülemez

. İnsan bu yükümlülüğünü yerine getirdiği ölçüde

hakîkî kul

olur.



Bu nedenle Müslüman şehir, kendisine emanetin yüklendiği, emniyeti teminat altına almakla yükümlü kılındığı mesuliyetleri yerine getirdiği yer olabildiği ölçüde, insanı, inanmış insanı yansıtır:



Tıpkı inanmış insan gibi,

Müslüman şehir de mütevazidir; âdildir; ilmin şehridir; güvenilirdir

: O yüzden

Müslümanların yurdu, darus's-selâm

olarak adlandırılır.



MÜSLÜMAN ŞEHİRLER İNŞA EDEMEDİĞİMİZ SÜRECE....


İşte bu nedenledir ki,

bugüne kadar farklı dinlere, kültürlere ve inan
ç
lara mensup toplulukların bir arada, sulh ve bütünleşme ortamı i
ç
inde yaşayabildikleri şehirleri Müslümanlar inşa etmiştir

yalnızca.



Sözgelişi, Osmanlı İstanbul'unun, Kudüs'ün, Saraybosna'nın, Üsküp'ün, Kurtuba'nın, Kahire'nin, Bağdat'ın ve Şam'ın benzerleri başka medeniyetlerde görülememiştir. Farklılıkların tecrübe edilebildiği, farklılıklardan yararlanılabilen, farklılıkların farklılıklarını zenginlik ve derinlik olarak sunabildikleri şehirler yalnızca Müslüman şehirler olmuştur.



Ancak bugün

Müslüman şehirler

ne yazık ki, varlıklarını, canlılıklarını sürdürebilecek bir medeniyet ruhuna,

medeniyet bilincine ve medeniyet iddialarına sahip olmaktan uzak oldukları i
ç
in can
ç
ekişiyorlar.


Özetle,

yeniden Müslüman şehirler inşa edemediğimiz sürece, dünyaya insana dair hi
ç
bir ş
ey s
öyleyemeyeceğimizi, yeniden ve taze ruh üfleyecek şekilde yenilenerek gelemeyeceğimizi iyi
bilelim

, derim. Vesselâm.


#Şehirler
#Medeniyet