'nin
isimli kitabı, bir okumaya göre, sol ve sosyalist hareketi modern çağın ruhuna uygun bir biçimde bir Prens olarak tasarlamaktır. Tasarıma ilham veren Machiavelli'nin
'i
için tam bir kaosa girmiş, yönü istikameti belirsizleşmiş, bir toplumsal beden tahayyülünden yoksunlaşmış Avrupa için bütüncül, tutarlı ve istikrarlı bir toplumsal ve siyasal düzen arayışıdır.
iki dünya savaşı yılları arasında Avrupa'nın da tam da böyle bir durumda olduğu tespitinden hareketle Avrupa için bir “ortak özne” tasarlamaya girişiyor.
“
” esasen Avrupa'nın toplumsal ve siyasal parçalanmışlığına karşı birlik sorununa cevap verecek bir öznedir. Ancak bu birliği sağlayabilecek bir ortak iradenin oluşabilmesi için en önemli şeyin buna öncülük edecek bir liderlik ve bu liderliğin nasıl kurulacağı sorunu olduğu bu vurgunun hemen akabinde gelir. Sol adına
arayışı içindeki
,
“şayet sosyalist hareket yeni bir demokratik düzenin inşasında işçi sınıfı ve onun müttefiklerine önderlik ederken onların rızasını almak istiyorsa biçimi, “modern” bir prens olarak kabul etmek zorundaydı.”
(Bağlam Yayınları, 2007: 23) şeklinde ifade eder durumu.
Gramsci kendi dönemi için bütün toplumsal değişimi, birliği sağlayacak liderliği bir prens imgesinde sol sosyalist harekete, bir sınıfı olarak da proletaryaya yüklese de tarih, bu proletaryanın bu rolü üstlenebilme yeteneğinden, gücünden ve niteliklerinden çok uzak olduğunu trajik örneklerle gösterdi. Ancak solun yine de prens olma arzusu hiç bitmedi. Elindeki tek malzeme proletarya, ehliyetsizliğini ve liyakatsizliğini bütün açıklığıyla ortaya koyduğu halde, üstelik sol bunu da görüp ondan fiilen vazgeçtiği halde başka bir bedene bürünerek
prens olma arzusundan vazgeçmedi. Bu şekilde sol, prenslik hayallerini gerçekleştirecek başka toplumsal araçları aramaya yöneldi bilahare.
Post-Marksist veya yeni sol akımları Marksizm adına yeni arayışlara sevk eden tam da proletaryanın bu modern prens misyonunu yerine getirme konusunda sergilediği yetersizlik olmuştur. Dünyada olup biten değişimler, toplumsal ve siyasal çalkantıların sınıf temelli bir antagonizmayla yeterince açıklanamadığı görüldü. Belli ki ortada belirleyici başka antagonizmalar var ve bunların tanınması klasik Marksist çizgiden bir sapma olarak görülebilirdi. Üstelik devir artık
postmodern bir devirdir ve göreceliği
önplana çıkaran bu devirde bir siyasi hareketin hakikat iddiasını tekeline alması da mümkün değildir. Böyle bir dönemde hem hakikat iddialarını sürdürecek hem de ortak özneye yüklenen yetkiyi üstlenebilecek bir prensin de postmodern olması gerekmektedir.
Özünde bir mesihçilik olan solun postmodern ortamda asıl endişesi kendini kurtarmak ve sürdürmek olunca, başlangıçtaki dost-düşman algısıyla hiç bağdaşmayan arayışlara yönelir. Çevreci, feminist, yaşam tarzı temelli hareketler ve hatta hakim milliyetçi iktidarlara karşı muhalif milliyetçi hareketlerin her biri solun başlarda yabancısı olduğu antagonizmalara işaret ediyor.
Solun kendi proletaryasından umudunu keserek antagonizmaların çoğulluğu adına bu hareketlere de ilgi duymaya başlaması solda kelimenin tam anlamıyla bir kitap sorununu ortaya çıkarır.
Duruma göre kiminle ne iş tutacağına artık sadece sol adına bir kez teşekkül etmiş zümrenin çıkarları karar verir, geriye ilke, kitap, doktrin falan da kalmaz.
Bugünlerde solun Kürt milliyetçiliğine duyduğu ilgi, mesela, solun başlangıç ilkeleri veya motivasyonları açısından tam bir
oluşturuyor. Yıllarca PKK'nın şiddeti kutsayan ve türlü entrikalarla hareket eden yöntemlerine karşı seviyeli bir eleştiri çizgisini koruduğunu “bizim de saygıyla teslim ettiğimiz” Birikim'in bile neredeyse PKK'nın, bütün faşizanlığını güzellemeye adanmış bir bülteni haline gelmiş olduğunu söylemiştik.
Doğal olarak biz de soruyoruz:
En temel düzeydeki Türk milliyetçiliğini kolaylıkla faşizm diye yaftalayan bu sol söylem için PKK'nın faşizmden eksiği nedir acaba?
Cizre'den, Yüksekova'dan, Silvan'dan isterseniz sayısız “demokratik özerklik” veya “öz-yönetim” manzaraları sunabiliriz. Bunları sol ütopyalarıyla bağdaştırabiliyorlarsa ne ala.
Silah zoruyla kendine tabi olacak kitleleri oluşturup hatta bütün toplumu bütün unsurlarıyla bu silahın zoruyla örgütlemeye yeltenen tam bir şoven Kürt milliyetçiliğini hakim milletin milliyetçiliğinden üstün görmeyi sağlayan bir basiret olabilir mi?
Türk milliyetçiliğinde de elbette faşizan unsurlar vardır, olabilir, ama hiç kimse kusura bakmasın, bugün PKK'nın sergilediği faşizm, kurtarılmış bölgeler ve demokratik özerklik gibi süslü laflarla bu bölge tarihinin kaydettiği en şiddetli faşizm olmayı çoktan hak etmiş oluyor.
Belli ki, solu Kürt milliyetçiliğindeki şoven, baskıcı, ırkçı, milliyetçi pratikleri görmezden gelmeye iten bir güdü var. Belli ki Kürt milliyetçiliğinde 'Postmodern Prens'in önünü açacak güçlü bir potansiyel
görüyorlar.
Başlıbaşına bu da gösteriyor ki, solun herhangi bir toplumu veya dünyayı kurtarmak gibi bir misyonu kalmamış, kendini kurtarmanın derdinde. Kendisini iktidara taşıyacak bir araç arıyor ve ne bulsa ona sarılıyor gibi. Sarıldığı şey artık onun hiç bir şeyini alamaz, çünkü solun değerler adına, ilkeleri adına kaybedeceği hiç bir şeyi kalmamıştır, zincirleri bile.
Hülasa, sol siyasetin bütün çabası, dünyanın değişiminde bir “modern prens”, veya şimdiki durumda “postmodern prens” olma hevesinden ibarettir. Bütün bir sol-sosyalist strateji tartışmaları, dünyanın gidişatını, içinde bir özne olarak kendi örgütsel varlıkları yer almıyorsa kötülemeye matuftur.
Dünyada genel olarak insanlık için iyi şeyler yapmak, bunu yaparken “iyi” işlere odaklanarak duruma uygun yeni ittifaklar aramak yerine,
prensliği başkasına kaptırmamak gibi çok özel bir duyarlılık geliştirilmiştir.
Belki bu proletaryaya atfedilen öncü Mesihi role kendini fazla kaptırmış olmaktan ileri geliyordur.
özentisi dünyada öznesi olamadığı başka gelişmeleri görmeyi veya takdir etmeyi de engelliyor.
Hele bu gelişmeler çok fazla gündem oluşturuyorsa, kendinden rol çalıyor gibi görüyorsa, ona karşı bir muhalefet geliştirmeyi bir misyon olarak kendine yazıyor.