Türkiye'de siyasetin tek sorunu vesayet çevrelerinin kurdukları entrikalar, siyasal alanı iptal etmeye dönük girişimler değil. Siyasetin bundan daha öte bir de bir seviye meselesi olduğunu hissettiren, çarpıcı olaylar yaşıyoruz. Siyaset insana ait bir iş. İnsanı insan yapan bir boyutu var. Kuşkusuz doğru algılayıp yaşanmadığında insanı aşağılara doğru yönelten bir yolu da var. Bu yola saptığınız zaman siyasetten de çıkarsınız, insanlıktan da. O saatten itibaren kayda değer bir fikriniz kalmaz. Çünkü kayda değer bir varlığınız da yoktur artık.
CHP Milletvekili Mahmut Tanal'ın ve onun gösterdiği yoldan hiç durmadan ilerleyenlerin siyasete, dolayısıyla insanlığa nasıl bir suikast kurabileceklerini geçtiğimiz hafta içinde ibretlik bir biçimde gördük. Duruşuyla, yaşantısıyla, varlığıyla bir vakar, edeb ve haysiyet timsali Sümeyye Erdoğan'a karşı sergilenen seviyesizliğin bir analizini yapmak bile yeterince zül.
Mülevves dillerine Sümeyye hanımla ilgili tam bir Ebu Cehil kurnazlığı içinde uydurulup tedavüle sokulan haberlerin nereden sadır olduğu ve hangi dedikodu gazetesinin karanlık muhayyilesinden geçtiğine bakıldığında ortaya çıkan şer ittifakı nedense hiç şaşırtmıyor. Son zamanların bütün şer ittifaklarının demirbaş oyuncusu Pensilvanya.
O bir kargada bile daha fazlası bulunan akılları sıra, İçişleri Bakanı'na Lazika İslâm Emirliği'nin Türkiye'de herhangi bir faaliyetinin olup olmadığına dair soru önergesi vererek uydurma haberlerine bir geçiş vizesi vermiş olacaklardı.
Aslında bu yaşananlar Bauman ve Lyon'un Akışkan Gözetim adını verdikleri yaklaşım biçimini andırıyor. İki düşünür sosyal medyanın varlığının özel bilgilerin diğer kullanıcılara “satılmasına” bağlı olduğunu, bu durumun sosyal medya kullanıcıları üzerinde bir gözetim mekanizması oluşturduğunu -ki Bentham olsaydı buna panoptikon derdi- oluşan bu gözetim mekanizmasının bireylerin özel hayata karşı kayıtsızlaşmasına ve duygusuzlaşmasına sebep olduğunu ileri sürmüşlerdi. Her iki düşünür sosyal medyanın “direniş” açısından bir takım imkanlar sunduğunu ancak yarattığı “akışkan gözetim” ve tahrip ettiği özel hayat kaygısı sebebiyle fırsattan ziyade tehdit barındırdığını ileri sürmüşlerdi. Mahmut Tanal ve Orhan Engin gibi kişilerin bu kirli sululuğu sosyal medya marifetiyle gerçekleştirmeye çalışmaları, sosyal medyanın yarattığı “akışkan gözetim”in “cazip” tekliflerine hayır diyememelerinden kaynaklanıyor. Çünkü sosyal medya onlara muhatabı orada olmaksızın amaçladığı şeyi gerçekleştirmede hiçbir ahlâkî sınır içermeyen uçsuz bucaksız bir alan vadediyor.
Sümeyye Hanım'ı yapılan bu iğrenç saldırı, Türkiye'de kadın hakları, kadına karşı pozitif ayrımcılık, erkek-kadın eşitliği gibi konuları kendi tekellerindeymiş gibi gören, söylemlerini bu hiyerarşik bakış üzerinden kuran anlayışın ahlaki kodlarını da ortaya koyuyor. Kadın dendiğinde anladıklarının sadece kendi tanımlarına uyan kimseler olduğu anlaşılan bu faşist, nefret yüklü yaklaşımın sınırı da ilkesi de bu kadardır.
Yaşanan gelişmeler CHP, HDP ve MHP'nin kadın hakları konusunda kurduğu cümlelerin, vaatlerinin, göstermelik tepkilerinin gerçekçi olmadığını, ahlâkî ve ilkeli olmadığını ortaya koydu.
Bülent Arınç'ın bir vesileyle ve gayet üsluplu biçimde söylediği bir cümleden sayfalarca kadın haklarına saldırı, kadının aşağılanması edebiyatı çıkaranların bu çirkin saldırı karşısında sus pus olmaları aslında çifte standardın boyutlarını, düşünce ahlâklarını, kişisel ahlâklarını da gözler önüne seriyor.
Tanal'ın belli bir kesime bakışını, haysiyetlerine yaklaşımını ortaya koyan tavrını “bir danışman hatasıydı, düzelttik” cümleleriyle geçiştirilmesi mümkün değil.
İşin daha da skandal boyutu, bir hanımefendiye bu kadar çirkin ve aşağılık bir söylemi ifade eden kişinin İnsan Hakları İzleme Komitesi üyesi olmasıdır. İnsan topluluklarının en ilkel biçiminde dahi o topluluğun temel yasalarını ihlâl eden kimseler o topluluklardan uzaklaştırılırken ya da belli yaptırımlara tabii tutulurken CHP'de, bu toplumun temel yasalarından birisini ihlal eden kişiye yönelik koruyucu tavır, yapılmaya çalışılan karakter suikastinin bireysel bir girişim değil kurumsal bir proje olduğunu ortaya koyar.
Bu alelade bir olay değildir. Bilinçli biçimde bir karakter suikasti söz konusudur. AK Parti'nin DAEŞ'i desteklediği, aynı düşünsel gelenekten beslendiği iftirasını yayanlar bu iftiralarını en iğrenç, en aşağılık biçimde tahkim etmeye çalışıyorlar.
Türkiye'nin DAEŞ'i desteklemesi gibi bir durum söz konusu olmadığı için bu argümanlar bir iftira olmaktan öteye geçemedi. Bu durum paralel çeteyi o kadar hırçınlaştırdı ki Türkiye'nin DAEŞ'e destek verdiği algısını oluşturabilmek için meseleyi özel hayata saldırıya, daha doğrusu insanların namusuna dil uzatmaya kadar vardırdılar. MİT Tırları meselesinden bu çukura düşmüş olmaları hem Türkiye'nin DAEŞ'e destek verdiği iddiasını çürütüyor hem de paralel çete ve destekçilerinin ahlâk seviyesini gösteriyor.
Dahası tiyatrocu Orhan Engin'in bir sosyal paylaşım sitesinden yaptığı paylaşımın ortaya koyduğu gibi İslâm'a ve İslâmî değerlere karşı faşizan bir yaklaşım söz konusu. Orhan Engin ve ona benzeyen kişilerin cehaletlerine gülmek mi üzülmek mi gerekir karar veremesem de, davranışının bir nefret suçu olduğunu ve nefret suçunun yasalarla düzenlendiğini hatırlatabiliriz.
Ancak bu nefret suçunun üretilip tedavüle sokulduğu asıl kaynak yıllarca hizmet-himmet mekanizmasıyla ülkeye “altın nesil” vaat eden paralel yapıdır. Bu yapının tecessüsü, özel hayatı dikizlemeyi bir yol (din) haline getirmiş olduğunu biliyoruz.
Tesadüfe bakınız ki, Ebu Cehil'in büyük bir hınçla saldırdığı ilk Müslüman hanımın ismi de Sümeyye'dir. Paralel yapının hocaefendisinin bugün o ilk Sümeyye'nin vakarından, edebinden, ahlakından, secdesinden, tevhidinden açık izler taşıyan Sümeye Erdoğan'ın karşısında, Ebu Cehil'in izinden giderek yer almış olması, Allah'ın cezası olarak yeter de artar bile.
Ona Ebu Cehil'lerin yolları, Sümeyye'ye Ümmü Ammar'ın vakarı ve mertebeleri ne de güzel yakışıyor.