Türkiye Cumhuriyeti''nin kuruluşundan bu yana siyasete kapalı olan Kürt meselesinde son zamanlarda yaşananları “siyasetin dönüşü veya dönüşümü” ikileminde almak daha doğru olur. Son otuz yıldır tamamen silahların gölgesinde yaşanan tartışmalarda siyasal alana pek bir yer bırakılmamış olduğu bir gerçektir. Bu konuda yaşanan hareketlilikler konu ile ilgili tartışmaların sonuçlandırılması veya belli bir noktaya getirilmesiyle değil, tamamen güvenlik veya öz-savunma refleksleriyle gerçekleşmiş. Ancak
Türkiye Cumhuriyeti''nin kuruluşundan bu yana siyasete kapalı olan Kürt meselesinde son zamanlarda yaşananları “siyasetin dönüşü veya dönüşümü” ikileminde almak daha doğru olur. Son otuz yıldır tamamen silahların gölgesinde yaşanan tartışmalarda siyasal alana pek bir yer bırakılmamış olduğu bir gerçektir. Bu konuda yaşanan hareketlilikler konu ile ilgili tartışmaların sonuçlandırılması veya belli bir noktaya getirilmesiyle değil, tamamen güvenlik veya öz-savunma refleksleriyle gerçekleşmiş. Ancak son birkaç yıldır konunun başta bazı yönleriyle daha sonra giderek bütün yönleriyle siyasete açılmış olduğunu da söyleyebiliriz.
Öcalan''ın çatışmasızlık kararıyla birlikte daha önce hükümetin başlatmış olduğu alanın siyasallaşması yönündeki süreç önemli bir gelişme zemini bulmuş oldu. Siyasallaşma süreci esnasında duyduğumuz veya duyacağımız birçok şey çok şaşırtıcı, ürkütücü hatta endişe verici gelebilir, ama unutmamamız gerekir ki zaten bu siyasallaşma deneyimi, yıllardır savaş, kan, silah, nefret, ölüm gibi gerçeklerin yerine ikame olan bir süreç ve bu geçişin böyle bir söylemsel bedeli kaçınılmaz gibi. Siyaset karşıtı şiddetin yerine siyasetin ikame olabilmesi için tarafların yeni konuşma deneyimlerine alışmaları şarttır.
Demokratik Toplum Kongresi''nin Diyarbakır''da hafta sonu gerçekleştirdiği Demokratik Özerklik Çalıştayı, devletin, Kürt sorunu konusunda militarizmden bir nebze temizleyerek siyasete açmış olduğu alanın bir bakıma işlemeye başladığını gösteriyor. Kürt sorunuyla bir şekilde ilgili; genelde olumlu ama Kürt siyasetinin silahlı vesayetine karşı eleştirel tutumlarıyla da bilinen birçok gazeteci, yazar ve akademisyenin davet edildiği toplantıda DTK''nin demokratik özerklikten ne anladığı dinlendi ve bütün boyutlarıyla tartışılarak gerektiğinde en ağır şekillerde de eleştirildi. Bu eleştirileri BDP veya DTK temsilcileri sonuna kadar dinledi ve kendilerine göre cevaplar da verdiler. Ama bu yolla tam da siyasal alanda olması gereken şey oldu ve kanaatimce önemli bir diyalog ve tartışma gerçekleşmiş oldu.
Demokratik özerklik talebinin bir talep olarak dillendirilmesi ve savunulması demokratik bir haktır ve bir siyasal partinin veya hareketin siyasal ve demokratik sınırlarda kalmak şartıyla bunu savunmasından daha doğal bir şey olamaz. Tabii ki bu doğal olan şeyin şimdiye kadarki demokratik alışkanlıklarımıza aykırı olduğunu da unutmuyoruz. Hele çağrıştırdığı “federasyon” sözcüğünün doğrudan “bölünme” ile eş anlamlı görüldüğünü de…
Oysa demokratik özerkliğin tek taraflı ilanı gibi bir tutum hiç de demokratik değildir. Üstelik bu özerkliğin içini kendine göre ayrıntılarıyla boyutlandırarak bir örgüt merkezinden ilan etmenin bağdaşmayacağı belki tek şey demokrasidir.
BDP''liler Güneydoğu''da uygulamaya çalıştıkları kent konseyleri, kömünler, mahalle ve köy örgütlenmelerine “halkın kendi kendini örgütlemesi” ve doğrudan demokrasi örneği olarak bakılmasını istiyorlar. Oysa bu örneklere yakından bakıldığında açıkça görülen şey halkın kendi kendini örgütlemesinden ziyade iyice profesyonelleşmiş ve elinde silah bulunan bir örgütün halkı yönetmesinden başka bir şey değil. Bugün iyi kötü demokratikleşmiş bir devletin yerine otorite iştahlı örgütü ikame eden bu yönetim biçiminin halk üzerinde nasıl bir totaliter ara rejime dönüştüğü de ayrı bir gerçek.
Bu arada demokratik özerklik projesinin bir parçası olarak gündeme getirdikleri öz-savunma birliklerinin kimi kime karşı savunacağı konusunda bölgede bile inandırıcı bir argüman ileri sürülemiyor. Galip Ensarioğlu, bu birliklerin bırakınız ayrılık kaygısını, Kürdün Kürtler üzerindeki silahlı tahakkümünden başka bir sonuç doğurmayacağı uyarısını yapıyor haklı olarak.
Kürt siyasetine soyunanların sürece yaklaşımlarında farklı eğilimler göze çarpıyor. Bir kısmı sürecin bu şekilde gelişiminde devletin demokratikleşme yönündeki değişiminin önemli bir rolü olduğunun farkında. Ama bir kısmının da devletteki yumuşamanın veya Kürt tanınmasının silahlı mücadele sayesinde başarılmış olduğuna inandığı görülüyor. Devlete karşı bir zafer kazanmış olma duygusuyla taleplerini tartışmıyor eylem planını deklare ediyor gibiler. Bu esnada aslında bir müzakere olarak siyasallığı reddeden bir noktaya savruluyorlar. Muhtemelen hesaba katmadıkları şey bugün “Kürdü tanıma” ve giderek “bütün taleplerini görme” noktasına gelen devletin silah zoruyla değil hukuk ve siyasetle bu noktaya gelmiş olduğudur. Demek ki otuz yıldır silahla konuşmaya alışmış olan devletin ölmekten ve öldürmekten hiçbir zaman yılmayacağını hâlâ anlamamışlar.
Oysa silahlı çatışmanın bugün bile yeniden başlamasını can-u gönülden arzu eden ve bu uğurda gerektiğinde bin bir türlü entrika çevirmekten geri durmayan bir devlet katmanı hâlâ mevcut ve bu katman kendi hayatiyeti açısından savaşı bir gereklilik olarak görüyor. O yüzden Kürt siyaseti adına barışı bir zafer olarak algılama yanlışına düşmeye kimsenin hakkı yok. Özellikle Türkiye örneğinde ve Kürt sorunu bağlamında savaşın birileri için “kârlı bir yatırım alanı” olarak görüldüğünü hiçbir zaman unutmamak lazım.
O takdirde bu kârdan pay almak gibi bir hesapları olanlardan başka kim bu alanı açık tutmakta ısrar edebilir acaba?