Çocukken tanıştığım bir kalıptı “toptan ve perakende”.
Dükkân sayısı azdı, çoğunda rastlardınız metal levha üzerine el işçiliğiyle yazılmış genellikle standart renklere sahip bu tabelalara.
Sonra dükkânlar azalmadıysa da değişti. Perakendeciler doldurdu çevremizi. Toptancılar kaybolmadı elbet; kendilerine ait sitelere çekildiler iyice. Modern hayat, şehirleşme, tüketim biçimlerinin değişimi sessizce bu ayrımı derinleştirdi.
Hiç mi kalmadı? Kaldı tabii ki. Şehrin eski, asıl, tarihi yerleşimlerinde hâlâ “toptan ve perakende” satış yapanlar var. Ankara'da Hacı Bayram'la Çıkrıkçılar Yokuşu ve civarı yani eski şehir yani Ulus'ta rastlarsınız meselâ. Kendi şehrinizde nerede “toptan ve perakende” satış yapılıyorsa ya aslında şehrin tarihî çarşılarıdır ya o çarşılardan şehrin kıyısına, aynı işi yapanlarla beraber bir siteye sürgün edilmiş olanlardır.
Kent hayatımıza perakendeyi ne kadar soktuysa algılarımızı o kadar toptancı hale getirdi. İletişim hızlandıkça toptancılık da arttı. Herkes kendi mahallesinin malını satmak, kullanmak, övmekle meşgul. Gittikçe kısır döngüye dönüşmüş bir durum bu.
Ülkemizden milletimizden bizden bahsetmiyorum sadece. Haberlerde görmüşsünüzdür Hollanda'da Kur'an'dan diye aslında İncil'den pasajlar okuyup bunları yorumlattıkları Hıristiyan ahali rahat rahat sert eleştirilerde bulunup reddediyor okunanları.
Sadece dinler değil etnik ve mezhebî olarak da herkes kendi tarafının yanında sadece. Karşı tarafta bombardımanda ölen, yaralanan çocuğun kadının yaşlının önemi ne kadar var acaba?
Minik Aylan'ın cesedi olmasa mülteciler ne kadar umrundaydı çoğunluğun? Ve şimdi ne kadar hatırlanıyor Aylan?
Toptancılık bütün akıl oyunlarıyla kendimizi haklı çıkarmayı başarabileceğimiz bir vaka.
Ama tekrar perakendeye dönüp, bizzat kendimizle, sevdiklerimizle, yakınlarımızla test ettiğimizde başımızdan kaynar sular döküldüğünü anlamamız da bir o kadar kolay.
Aynı gazetede yazdığımız, bir zamanlar aynı kanalda program yaptığımız, şimdi aynı ekranda zaman zaman bulunduğumuz muhtemelen benden genç yazar arkadaşımız Faruk Aksoy meselâ rahatlıkla Erdem Gül için toptancı bir yaklaşımla bütün MİT TIR'ları hadisesinin içine kendisini yerleştirebiliyor.
Oysa, gazetecilik-televizyonculuk geçmişi belli ki yeni ama edebiyat ve tarih alanındaki uzmanlığı daha eski Aksoy'un İsmet Özel'in, ilki 23 Temmuz 1995'te, geliştirilmiş versiyonu 23 Mart 1998'de Milli Gazete'de yayınlanan yazısını okumuş olması gerekirdi.
Okuduysa da unutmamış olması.
Unutmamışsa da tam bu konu hakkında kalem oynatırken düşünmesi.
Bahse konu “Hess öldü, ya vicdanınız?” başlıklı Yeni Şafak'taki o yazı evet zor yazıdır.
Sadece İsmet Özel'in tarzı, düşünmeye zorlaması, şaşırtması, anlatım biçimi nedeniyle değil tartıştığı konu bakımından da zor bir yazıdır.
İnsanı çok zor bir karar vermeye zorlar finalde.
Artık hangisini seçerseniz seçin rahatsınızdır. Ama hangisini seçeceksinizdir?
Vatanı mı arkadaşı mı?
Ya vatanı seçmiş ama arkadaşınızı terk ettiyseniz, fakat tam da yazının söylediği gibi “ya arkadaşınız vatansa?”
Velhasıl, baştan ayağa sarsılmaz ilkelerle mermer sütunlar halinde dikili bir kaidenin üzerinden mağrur bakışlarla etrafı süzen bir yazının 20 yıl önce İsmet Abi'nin sorduğu basit gibi görünen bir soruyla darmadağın bir alçı heykele dönüşmesi çok kolaydır.
Bu bir polemik veya sürmesini arzu ettiğim bir tartışma yazısı değil.
Herkesin kararı, yazısı, yorumu kendine.
Ne benimki değişecek ne ben itiraz ettim diye başkasınınki.
Yazıdan muradım, toptancılığın ancak belki ticarette anlamı olduğuna dikkat çekmek.
Yoksa kimin arkadaşlıktan ve dolayısıyla vatan'dan ne anladığı değil tartışma konusu.
O mesele, insan en fazla yedi yaşındayken kapanmıştır ve artık değişmez.