Dağ ve çakal sürüsü

04:0015/03/2016, Salı
G: 13/09/2019, Cuma
Yaşar Taşkın Koç

Büronun camları büyük bir basıncın işareti olarak şöyle bir gitti geldi.



Şubat'ta da olmuştu aynısı sonra telefonlar son dakikalar ambulans sesleri doldurdu şehri.



Bu sefer değildir diye düşünüyor insan, olmamıştır bir şey diye umut etmek istiyor. Kısa sürüyor…



Evden gelen telefon “Bir şey mi oldu?..”



Demek yine bir şey oldu, demek yine Şubat'taki gibi.



Kapının önündeki asayiş ekibinin telsizinden Güvenpark'ta patlama kara haberini duyuyor kulak. Böyle bir anda neyi duyacağını neyi hissedeceğini neyi göreceğini otomatik olarak biliyor vücut.



Camın o gidip gelişini fark ediyor, telefonda sorulacak soruyu seziyor, polis telsizini duyuyor…



Herkes gibi önce Kızılay civarında olması muhtemel aile bireyleri, akrabalar, komşular, arkadaşlara ulaşmaya çalışıyor insan.



Telefonlardaki aşırı yüklenme nedeniyle haber alınamayanların sayısı arttıkça panik büyüyor insanın içinde sessizce.



Saatler sonra artık ne olup bittiği ortaya çıktığında o anda kim kime ulaşamadı, kim çaresizce telefonun açılmasını, çalışmasını, bir çalma sesini duymanın peşinde yarım saatte ömür tüketti yavaş yavaş yayılıyor şehre.



Otuz yedi oldu bile şimdiden artık kendilerine ulaşılamayacak insan sayısı.



Bir daha hiç ulaşılamayacak üstelik. Asla…



Ancak kıyamette buluşulacak sevdikleriyle…



Gençliğimin ana fotoğrafı Kızılay'da o yaşta, o çaresizlik yıllarında, o berduşlukta bu kadar karanlık bu kadar gri bu kadar kasvetli olmamıştı hiçbir günü.



Şimdi karanlık şimdi gri şimdi kasvetli…



“Kim yaptı?” sorusunu soran da laf olsun diye soruyor o anda.



Herkes biliyor cevabını.



Hepimiz biliyoruz değil mi?



Doğu'da da Batı'da da tekrar tekrar yeniden üretilen Ezop Masalları, Kelile ve Dimneler, Harnameler, Sadiler, La Fontenlerle öğrendiğimiz o küçük hikâyeler masallar fabllarda bilmem Dağ ve Çakal Sürüsü için de geçmişten bugüne bir öğretici öykü var mıydı?



Ama yaşadığımız tam da bu.



Yetmiş sekiz milyon insan yedi yüz seksen bin kilometre karelik bir evde yaşamıyoruz sadece.



Bu vatan bizim için bir dağ aynı zamanda.



Çakal sürülerinin dağı devirmeye çalışmalarının nafileliğini, ama ısırıklarının acısıyla iç içe yaşıyoruz.



Çakal sürüsü bir dağa ne yapabilirse onlar da bu kadarını yapacak nihayetinde.



Bir çakalın tek umudu dağın kendi gücünü kendi aleyhine kullanması için harekete geçmesi olabilir.



Ancak dağ içindeki volkanı patlatırsa kendine zarar verebilir.



Ancak bir deprem olursa dağ sarsılır.



Bunun dışında çakalların yapacağı ne var can yakmaktan başka…



Ve dahası bu kaç bin yıllık dağın bu küçük çakallıkları yutmayacak kadar görmüş geçirmişliği var.



Ne çakal sürüleri ne sırtlanlar gelip geçti, yaşadıkları bile meçhul artık ama dağ burada ve dimdik.



Dağı dağ yapan kendisi kadar üzerinde yaşayan insanları.



O yüzden ne lav patlamaları ne depremlerle dağın kendine ve üzerinde yaşayan, kendisini dağ yapan insanlara zarar vermesini murad edenlerin işi çok zor.



Daha çok sürü toplamaları, daha çok can yakmaları gerekiyor ama bilsinler ki yine de işe yarayacağı çok şüpheli.



Dağ dimdik ve sakin ve huzur içinde bir vatan olmaya devam edecek toprağı taşı heybeti üzerindeki milletiyle beraber.



Milletini birbirine kırdıracak bir iç savaş umut edenlerin çakallığı onlarla beraber yok olacak.



O olmadı bari bir darbecik çıkarma hayalleri tıpkı dağı ikiye bölebilme imkansızlığı gibi dağa çarpacak.



Bu millet ne yapsanız birbirine kıymayacak; kendine kıymayacak.



Bunu başaramayacaksınız.



Yetmiş sekiz milyon insan, içindeki birkaç satılmış, ahmak veya ajan dışında önceki akşam Kızılay'daki Kastamonulu hamal gibi haykırmaya devam edecek: “Ben öldüğümü bilsem gitmem, bu Türkiye'yi bırakmam…”



Kimse ne bu vatandan ne bir diğerinden vazgeçmeyecek.



Çakallığınız, kuduzluğunuz, birkaç ısırığınızla tarihin çöplüğüne gideceksiniz, hem de çok kısa süre sonra.




#ankara saldırısı
#Kızılay
#Ezop Masalları
#Kelile ve Dimneler
#Harnameler
#Sadiler