15 Temmuz darbe girişimi, Türk siyâsal kültüründe çok tipik sayılabilecek oluşumları açığa çıkardı. Durumu ilginç kılan hususlardan birisi, bu oluşumların ne tür bir çoğulculuk doğuracağına ve bu çoğulculuğun hangi aktörler arasında, nasıl bir rol paylaşımına dönüşeceğine dâir belirsizlikleri de peşi sıra sürüklemesidir. Çünkü açık olan husus Türkiye'nin genelde Batı; özelde ise NATO ile arasındaki çatlağın büyümesi ve Türkiye açısından bunun “ontolojik-dramatik” bir tablo çıkarmasıdır.
Her dramatik tecrübeden öğrenilecek bir şeyler elbette ki vardır. Bu öğrenme sürecinin, belki de târihsel bir “aşkınlık” sağlayan esenlikli sonuçlar üretmesi, biraz da dramatik sürecin sona ermesine bağlı görünüyor. Ama 15 Temmuz süreci münhasır, tek aşamalı bir süreç midir? Bundan emin değiliz. Mâhut “kanlı” ve “kirli” yapıyı sâdece iç dinamikler ortaya çıkarmadı. Eğer sorun basit olarak bir “cunta” meselesi olsaydı; 15 Temmuz, bütün dramatik nitelik ve etkilerine rağmen “hayra” yorulabilir; ortam ferahladıkça bu dramatik olaydan çıkarılabilecek dersler ve bu derslerin siyâsal odaklara yüklediği ödevleri uzun uzun tartışabilirdik. Hâlbuki daha kapsamlı bakıldığında 15 Temmuz, ucu NATO'yu tutacak derecedeki dış bağlantılarıyla kuvvetli şüpheler doğuruyor. Denilebilir ki, her askerî müdahalenin ardında kuvvetli bir NATO desteği hep olagelmiştir. Bu tecrübî olarak doğrudur. Lâkin, 15 Temmuz, daha önce yaşanmış müdahalelerden hayli farklı olarak; arka plânında “toplumsal” bir meşruiyet” kazanma potansiyeline sâhip olarak, “bozulmuş bir düzenin onarılması” iddialarıyla örtüşmedi. “Yurtta Sulh Konseyi” imzâlı bildirinin ne kadar sakil kaldığını gördük. 11 Eylül 1980'de Türkiye'deki kamuoyunun hissiyatları araştırılmış olsaydı, muhtemelen hatırı sayılır bir ekseriyet “ordunun gelip işleri nizâma kavuşturmasından yana” bir tavır sergilerdi. 15 Temmuz'da ise tablo bu değildi. Buna rağmen bir darbe girişiminde bulunmanın mantığını başka türlü kurmak gerektiğini; niyetin Türkiye'yi, sonu parçalanmak olan bir iç savaşa sürüklemek olduğunu görebiliyoruz. Hâsılı, müdahaleden arzulananın “nizam sağlamak” değil; tam tersine bir dizi kurumsal zaaftan hareketle Türkiye'yi “kaosa sokmak” olduğu anlaşılıyor. Bu, NATO'nun bölgede geliştirdiği geniş çaplı senaryo ile esasta uyuşuyor. Tablo da bu düşünceyi doğruluyor. Atlantik Dünyâ Türkiye'yi, daha önceki senaryolarında olduğu üzere bir “istikrar adası” olarak değerlendirmiyor artık. 15 Temmuz başarılı olamadı. Ama bu başarısızlığın senaryoyu değiştireceğine dâir bir emâre de göremiyoruz. Darbe ne AB ne de ABD tarafından kınanmadı. Hattâ, gecikmiş, yüzeysel ve inandırıcı olmayan kınamalara kıyasla, “Hay aksi” mealindeki ifâdeler daha baskın çıktı. Dahası Batı kaynaklarında hüküm süren “anti-Erdoğan” söylem ağırlaştı. Türkiye 15 Temmuz sonrasında daha derin olumsuzlamanın öznesi olarak tezâhür edecek gözüküyor. AB bu kampanyada başı çekiyor. Ama şu aralar AB'nin Türkiye aleyhtarı yüksek tansiyonunu çekirdekteki NATO tansiyonunun göstergesi olarak değerlendiriyorum. (Tırmanan NATO-AB gerilimini ıskaladığım sanılmasın.) Hâsılı, 15 Temmuz'u kapanmış değil, yeni senaryoların geliştirildiği dinamik, devam eden bir süreç olarak görüyorum.
O hâlde ne yapılmalı? Bu sorunun cevâbını bulabilmek için sürecin “ontolojik-dramatik” nitelikli sürecin siyâsal zihniyetteki yansımalarına bakmak gerekiyor. En kestirme çıkarsama; “mâdem öyle, o hâlde Türkiye de NATO'ya gereken cevâbı verir. NATO'dan çıkarız ve Rusya-İran ve Çin hattında yeni dayanışmalar ve işbirlikleri geliştiririz” çıkarsaması. Bunu cesâretle hayli açık sûrette seslendiren çevreler de mevcut. Balyoz gibi dâvalarda askerî kanadı ağır bir hukuksuzlukla tasfiye edilen Avrasyacılık, başı çekiyor. Doğrusu; gerek reelpolitik düzeyde, gerek moralpolitik temelde; bu tezlerin çok haklı sayılabilecek değerlendirmeleri mevcût. Ama iddialarını dinler ve okurken Avrasyacılık üzerinden bir bulanıklığın hüküm sürmekte olduğunu görüyorum. En temelde kavramsal olarak “dramatik” bir durumun hızla “trajikleştirildiğini” görüyorum. Elbette 15 Temmuz bizzat dramatiktir. Ama ne kadar trajiktir? Veyâ; her dramatik durum trajik kılınmak zorunda mıdır? Avrasyacı söylemin, “bu aşamalara nasıl geldik?” sorusuna verdikleri kuvvetli ve iknâ edici değerlendirmelerini paylaşmamak hayli zor. Ama çıkarsamaları konusunda aynı değerlendirmeleri yapamayacağım. Çok berrak olarak görülüyor ki; bu muhtemel tercih Türkiye'nin en az iki asırlık bir târihsel tecrübesini bir kenara atmak anlamına geliyor. Bunun olması durumunda ağır bir paradigmatik boşluğun, siyâsal eylemleri tartabileceğimiz referans eksilmesinin Türkiye'yi beklediğini söyleyebiliriz. Dahası, bu eksen değişiminin gerçekleşmesi durumunda derin bir tecrübe boşluğuna düşeceğimiz âşikâr gözüküyor. Bu belki de, muhtevâsı konusunda tecrübe sâhibi olmadığımız bir başka mecrâya sürüklenmenin doğuracağı; belki de başa gelinmesi daha zor sorunlarla karşılaşmanın mukadder olacağı bir tercih olacaktır.
Târihsel mevzi kazanmak kolay bir iş değildir. Bu dünyâdaki konumumuzun ağırlaşan sorunları, bu konumu bir çırpıda gözden çıkarmaya karine oluşturmuyor. Türkiye bundan sonra, târihsel gücüne ve birikimine dayalı olarak NATO içinde NATO'ya karşı mücâdele etmeyi öğrenmek zorunda. Kopyala-yapıştır tarzı bir NATO'culuk ve Batıcılıktan, dünya normları ve kavramlarını; kompleksli beklentilerle değil; târihsel ihtiyaçları gerektirdiği ölçüde olmak kaydıyla kendi norm ve kavramlarıyla karşılamayı öğrenecek. Asıl NATO'nun işi zor. Yüzeysel uzmanlarının hazırladığı ve Türkiye'yi bâsit bir “Şark” memleketi; Türkleri de lâlettayin bir “aşiret” olarak gören raporlarıyla değerlendiren yaklaşımını gözden geçirmek zorunda. Ama bu dramatik târihin geleceği îtibârıyla şu kadarını söyleyebiliriz: Benzer başka coğrafyalara bakıp hiç kimse enseyi karatmasın; burası Türkiye; çok daha zor zamanlarda ayakta kaldık. Bundan sonra da öyle olacak…