Anadolu; yâni Küçük Asya, gerçekten de derin bir kültürel çeşitliliğe sâhip bir coğrafyadır. Bu özelliği ile, mukayeseli bir biçimde kendisinden çıkarılması gereken çok ders var. Meselâ, Lidya, Likya ve Karya; Güney Ege'nin Akdeniz ile bitiştiği târihsel bir alanda ortaya çıkmış; birbiri ile komşu olmuş üç siyâsal ve kültürel alanın adları. Ne kadar garip; Karya Pers etkisiyle güçlü bir siyâsal geleneğe sâhip. Muktedir Strapları ile tanınıyor. Kalıntıları bugün Milâs'tan Bodrum'a çeşitli ören yerlerinde görülebiliyor. Lidyalılar ise ekonomideki başarıları ile hatırlanıyor. Derler ki, parayı bile onlar icâd etmiş. Sardes antik kenti önemli bir kısmıyla bugün hâlâ ayakta ve ziyâretçilerini ağırlıyor. Gelelim Likya'ya. Onların başarısı ise bir uzlaşma ve barış kültürünü tesis etmeleri. Farklı ve uzlaşmaz olan ne varsa onları buluşturabilmeleri. Tabii ki onlardan kalan arkeolojik mîras da bugün Fethiye, Marmaris ve Datça taraflarında görülebilir. Ama, Likyalıların günümüze kalan etkisi bu kadarla sınırlı değil. Düşünebiliyor musunuz; târihten çekilmelerinden asırlar geçtikten sonra; çok uzak bir kıt'ada, Amerika'da Kurucu Babalar yeni bir düzen inşâ etmek için yola çıktıklarında târihsel olarak tek bir kaynağa dayanıyor; oradan ilham alıyorlardı: Likyalılar. Kurucu Babaların dilinden düşmüyordu Likya övgüsü. Onların uzlaşma ve barış kültürünü kendilerine temel aldılar ve bunu her fırsatta dile getirdiler..
Geçenlerde Hitit diyarını dolaşma fırsatım oldu. Nurettin Topçu gibi bir Türk-İslâm ideoloğunun yazılarında, bir başak medeniyeti olarak Hitit medeniyetine dâir sempatiye rastlamak bana çok ilginç gelmişti. Hititlerin binlerce sene süren hâkimiyetinde ilginç bir özellik vardı. Topluluk zaman içinde büyüyor ve gelişiyordu. Fethettikleri topraklarda kendisine tapınılan tanrıları komplekssizce benimsiyor ve kendi tanrılarına katıyordu. En sonunda onlara 1000 tanrılı Hititler dendi. Mısırlılarla savaştılar. Ama barışmasını da bildiler. Târihin ilk barış andlaşmasını onlar, ünlü çivi yazılarıyla kayda aldı. Hafif bir meyil üzerine kurulan Hattuşaş'da bir an durdum. Tatlı bir bahar rüzgârı yüzümü okşuyordu. Etrafım bomboştu. Orada Hititlerin bir zaman doldurduğu ama artık yerinde yellerin estiği bir boşluktu bu. Ama ne tuhaf ; bu boşluğun içinden gelen sıcaklık içimi bir anda dolduruverdi. Hititlerin varlığı, bu boşluktaydı. Onlar da fâniydi. Pek çok kavim gibi târihten çekildiler. Boşluklarını bıraktılar. Esas değerli olan da buydu. Varlığın değeri; gâliba biraz da bıraktığı boşlukta ortaya çıkıyor. Sayısız inancı, farklılığı kuşatan, barış içinde yüzlerce sene yaşatan ve herbirinden devşirdiği incelikleri içeren bir medeniyet yaratan Osmanlı'nın değerini, bıraktığı boşlukta daha derinden hissetmiyor muyuz?
Güç, içermeci olmayınca kabalaşıyor. Dışarıda bıraktıklarımızla bir süreliğine kendimizi daha güçlü hissedebiliriz. Ama kendi kendisine mahkûm olarak geliştirilen güç er geç kırılganlaşıyor. Bunun aksine, içerdiklerimizle elde ettiğimiz, nezâket , anlayış ve aklı birleştiren güç ise, dönemsel olarak gerilese ve alanını boşaltsa bile etkisini devâm ettiriyor. Boşluğun gücü diyorum ben buna. Hurûcu olmayan inanç yoktur. Bu çekilmeler ve doğurduğu boşluklarda güçlenir onlar. Bana öyle geliyor ki hakiki fetih varlığın değil; “boşluğun fethidir”.
Çokluklar çok aldatıcı. Çoğu kez onları çoğalmak zannediyoruz. Çokluklaşma ile çoğalma bir kemiyet-keyfiyet farkıdır. Çoğalmanın dünyâsı heterojen; çokluklaşmanın dünyâsı ise homojendir. Biri sâdece kaplıyor, kapsıyor ve dolduruyor… Diğeri ise gücünü hurûcundan ve boşluğundan alıyor. Boşluğun gücü öyle bir güç ki; düşmanlarında bile saygı uyandırıyor. Dosttan övgü almaktan daha zor olan düşmandan da saygı görebilmektir. Fethi Gemuhluğlu'yu İslâm düşmanı, ateist İsmet Zeki Eyüboğlu'nun gözünde saygın kılan da buydu. O'nu tanıdıktan sonra İsmet Zeki Bey, O'nun boşluğuna tahammül edemedi. Her vuslatta elini ayağını öptü.
Bâzı boşlukların çok dolu olabildiği tuhaf bir dünyâ bu….