Âidiyet ve kimlik

04:004/04/2016, Pazartesi
G: 13/09/2019, Cuma
Süleyman Seyfi Öğün

Siyâset duygusal ve akılcı temeldeki bâzı bağların üzerinde işliyor. Siyâsal iktidâr açısından ortaya koyacak olursak “sadakât” bunlardan birisidir. Siyâsal iktidârlar, yönettikleri toplulukların kendilerine sâdık olmasını isterler. Bunun için iktidâr pratiklerini inandırıcı kılmaları gerektiğini de bilirler. Zâten “meşrûiyet” dediğimiz, inandırıcı olmanın daha kavramsal karşılığıdır.



“Adâlet” iktidârların inandırıcı olması için başvurduğu en kadim değerdir. Siyâsal yönetimler, uygulamalarını, âdil oldukları hissini sağladıkları nispette sürdürebilirler. Buna göre siyâsal iktidârlar, adâlet çizgisinde güvenlik ve esenlik sağlayarak; iktidârlarını kullandıkları topluluk veya toplulukların gözünde bir inandırıcılık hissi sağlamaya çabalarlar.



Adâlet, modernlik öncesi zamanlarda herkesi, âit olması gereken ve beklenen bir çerçevede tutma ilkesine dayanır. Bunun hiyerarşik bir karşılığı olduğunu biliyoruz. Gelenekler, kimin nerede olması veya durması gerektiğini söyleyen kültür kodları olarak işlev görür. Aslında hiyerarşiler, dikey mobiliteyi sınırlandırmak ve kurallı kılmak için tasarlanırlar. İnsanlar, doğdukları yerde ömürlerini yaşamaya özendirilir. Atalar, yaşlılar, bu özendiriciliği sağlamak üzere değerli kılınır. Atalara bağlılık, aslında insanın içine doğduğu konumu kabullenmesini sağlar ve pekiştirir. Adil olan, insanların içine doğdukları konumlara ve konumların doğurduğu statülere rıza göstermektir. Şikâyetler olsa bile, bu kambur feleğe yorulur ve ıstırabı ona yönelik sitemlerde açığa çıkar.



Adâlet sâdece tâbi olanların rızasına bağlı değildir. Adâletin sağlanabilmesi için siyâsal iktidarların da bir yükümlülüğü vardır. O da, tebâsına müşfik, sâhiplenici davranmasıdır. Meselâ, antik siyâsal düşünce kaynaklarında tiranlığın veya bizdeki karşılığı ile “zulmün” kesin bir dille reddi bu sebepledir.



Modern dünyâ adâleti, “eşitlik” gibi zorlu ölçüye yakınlaştırmayı denedi. Halâ da bu iddiasından vazgeçmiş değil. Bu gerçekten de çetin bir iş. Çünkü, târihsel olarak “dikey” bir eksende kurgulanan “adâlet” değerini, “eşitlik” gibi “yatay” bir eksene taşımak, ilk bakışta sanılacağı gibi kolay değil. Modern iddia, adâletin eşitlik üzerinden inşa edilme iddiasıdır. Yâni, “eşitlik” hissi doğurmayan hiçbir siyâsal pratik âdil sayılmayacaktır. Bu bakış o kadar derinleşmiştir ki, biz modernlerin ilk çırpıdaki adâlet algısı doğrudan eşitliği çağırır.



Modern siyâsal inandırıcılık paradokslarını devâm ettirmiş, “eşitlik” ilkesini “özgürlük “ ile koşullamıştır. Bu da hayli çetrefil bir durumdur. Çünkü “eşitlik” yatay ekdende birleştirici iken “özgürlük” o derecede ayrıştırıcıdır.



Hâsılı, modern siyâsal paradoks, eş anlı olarak adâlet, eşitlik ve özgürlük değerlerini seferber etmeyi emreden bir paradokstur. Elbette denenmeye değerdir. Ama her yerde geçer akçe harika bir formülü olmadığını vurgulamalıyız.



Modern dünyâda siyâset, aynı zamanda iki farklı özne ile de bağ kurmamızı emrediyor. Modernlik öncesindeki siyâsal kültürel sermâye “sadâkat” ile sınırlıydı. Bu, doğrudan devlet-topluluk ilişkisinde somutlaşıyordu. Modern dünyâda ise bağlarda ve onların duygusal kaynaklarında bir çeşitlenmeye şâhit oluyoruz. Kimlik ve âidiyet bu çeşitlenmenin kategorik karşılıkları olduğunu düşünüyorum.



Siyâsal coğrafya bunlardan biridir. Modernlik öncesinde fazlaca bir karşılığı olmayan siyâsal coğrafyaya bağlılık ilkesi, soyutlamacı ve aşkıncı olmayı gerektiriyor. Ana figürü üzerinden, yurt ile bir bağ kurmamız isteniyor. Annelerimizin pratik olarak direğini oluşturduğu yuvadaki somut duygusal deneyimimiz, tahayyül gücümüzü zorlayarak adına yurt denilen bir mekâna yansıtılıyor. (Unutmayalım ki ocak baba ocağıdır ama yuvayı da dişi kuş yapar.) Bir bakıma da sert bir baba figürü olarak devlet ile ilişkimiz yumuşatılıyor. İlki bir kimlik bağını, diğeri ise “âidiyet” bağını veriyor. İlki ataerkillik; diğeri ise anaerkillikten devşiriliyor. İlki hayli “köşeli” ve “sert”, diğeri ise bir o kadar “yuvarlak hatlı” ve “yumuşak”. İlki akılcı, diğeri ise duygusal. İlki bir mesâfeyi, diğeri ise mesâfesizliği düşündürüyor.



Ulusa dönük bağlılık, yine kadim dünyâda karşılığını bulmakta zorlanacağımız bir başka ilke. Doğrusu ben ulusa yönelik sadâkât duygusunun niteliğini bağımlı görüyorum. Yâni “baba” olan devlet ve “ana” olan yurt ile kurduğumuz ilişkinin niteliği, ulus ile nasıl bir ilişki kurduğumuzu da belirliyor. Baba ile kurduğumuz ilişki nihâyetinde “resmî” bir ilişkidir. Kimlik tanımlayıcı niteliği ile bu resmiyetin bir fonksiyonu olarak tecessüm ediyor. Anne ile kurduğumuz ilişki ise âidiyet bağıdır. Ulusa âit olma hissiyatımızı, eğer merkezdeki figür olan baba tâyin ediyorsa “ulusal kimlik”; eğer anne belirliyorsa “ulusal âidiyet” formasyonları şekillendirecektir.



Bu ayırımlar hayatta keskin bir şekilde karşımıza çıkmıyor. Tam tersine, ikisi arasındaki med-cezir manzaraları bekliyor bizi. Türkiye katı kimlik siyâsetlerinden bir şey elde edemedi. Tam tersine çözülme risklerine savruldu. Gâliba çıkış, kimlikleri ustura kıvamına getiren târihsel-siyâsal teolojileri zorlamak değil. Buradan çıkıp, biraz da mukadderat birliği temelindeki hikâyelere bizi ısındıracak âidiyet bağlarını merkeze koymakta.


#Âidiyet
#kimlik
#modern