15 Temmuz: Tarihsel bir eşik

04:0017/07/2017, Pazartesi
G: 17/09/2019, Salı
Süleyman Seyfi Öğün

15 Temmuz Zaferinin 1. Sene-i devriyesini mahşerî kalabalıkların katılımıyla düzenlenen sayısız merâsimlerle idrâk ettik. 15 Temmuz, şurası çok muhakkak ki, bir millet olma pratiğidir. Bunu berrak bir şekilde ortaya koymak gerekiyor. Değilse, 15 Temmuz eksik anlaşılacak ve eksik değerlendirilecektir.Milletler çeşitli şekillerde târif ve tasnif edilebilir. Bunlara teorik milletler diyebiliriz. Elbette teorik bir millet de; rastgele târif ve tasnif edilemez. Ortak dil, ortak kültür ve tarihsel mukadderat

15 Temmuz Zaferinin 1. Sene-i devriyesini mahşerî kalabalıkların katılımıyla düzenlenen sayısız merâsimlerle idrâk ettik. 15 Temmuz, şurası çok muhakkak ki, bir millet olma pratiğidir. Bunu berrak bir şekilde ortaya koymak gerekiyor. Değilse, 15 Temmuz eksik anlaşılacak ve eksik değerlendirilecektir.


Milletler çeşitli şekillerde târif ve tasnif edilebilir. Bunlara teorik milletler diyebiliriz. Elbette teorik bir millet de; rastgele târif ve tasnif edilemez. Ortak dil, ortak kültür ve tarihsel mukadderat birliği gibi bâzı parametreler bir millet teorisi kurmanın olmazsa olmaz unsurlarıdır. Ama bu bir milletin pratik karşılığını vermez.

Aslında bu; teorik sınıf ile sınıfsal pratik için de geçerlidir. Belli bir toplumsal sınıfı çeşitli şekillerde târif edebiliriz. Üretim tarzı ve üretim ilişkileri içinde sınıfsal farklılıklar ortaya koyulabilir. Bunu illâ ki üretim temelinde yapmak zorunda da değiliz. Meselâ tüketim tarzları ve ilişkileri içinde de sınıfları târif edebiliriz. Ama bu konumlandırmalar bir sınıfın karşılığını vermez.

Teorik târiflerin pratik karşılıkları olabilir de; olmayabilir de. Meselâ, veri üretim tarzı ve ilişkileri içinde aynı konumda olan iki işçiden birisi sınıfsal davâsının tâkibini yapmak için herhangi bir sol partiye üye olurken; diğeri bunu reddedebilir ve meselâ Hristiyan Demokrat veyâ Muhafazakâr Parti’ye katılabilir. Teorik konumlandırmalarla; fiilî durumlar ve pratikler arasındaki çelişkiler dikkât çekicidir. Bu çelişkilerin derinleşmesi, teorileri de zor duruma düşürür. Pratik yansıması ve sağlaması olmayan veyâ zayıf olan teoriler ya unutulur veyâ gözden geçirilerek onarılmaya çalışılır. Meselâ sol bir teorisyen olan Antonio Gramsci; Avrupa’da -bu arada İtalya’da- işçi sınıfının; onca parti çalışmasına rağmen iknâ edilemediği ve sağ-muhafazakâr tercihler yapmakta; Kilise’ye kayıt olmakta ısrarcı davrandığını merak etmiş ve meşhûr “Hegemonya” kavramını ileri sürmüştü. Bunun gibi; üretim tarzındaki işçi sınıfı, tüketim tarzındaki işçi sınıfı aynı neticeyi vermedi. Meşhur Frankfurt Okulu da bu çelişkiyi derin derin düşündü.

Milletler de akademik-teorik veyâ ideolojik manâda târif edilebilir. Ama bunun sağlamasının yapıldığı yer bizzât pratiktir. Burada da teori ile pratik arasında pek çok tutarsızlık ve beklenti kırıklığı ortaya çıkabilir. Meselâ bir millet önce târihsel-kültürel bir profil verir. Ama bu yetmez; aynı zamanda ekonomik bir imtihan verir. Bu; üretim ve tüketim düzeyinde girilen bir imtihandır. Üretimde bir başarı ortaya koyamayan; ama, yaşadığı coğrafyada üzerine oturduğu hammadde gelirleriyle sağladığı bir zenginliği aşırı bir tüketim çılgınlığına tahvil eden “milletler”in pratik değeri ucuzlar. Zâten bunların fazla bir geleceği de olmayabilir. Bana öyle geliyor ki; dünyânın en dayanıklı milletleri; üretimini gerek nitelik gerek nicelik olarak arttırırken; tüketimini sınırlı tutmayı bilenler ve toplumsal düzeyde sâde yaşamayı sürdürebilenlerdir. Meselâ Türk milletinin karnesindeki en sorunlu ders ekonomi dersidir. Evet, bâzıları kabûl etmese ve küçümsese de üretimimizi arttırmayı başardık. Ama bunun organizasyonal kalitesi halâ çok düşük. (Halâ bir işi yaparken üç beş işi bozuyoruz.) Dahası; nedense atalarımızın, dedelerimizin sâde, kanaâtkar hayatlarını çabuk unuttuk ve ürettiğimizden daha fazlasını tüketmeyi alışkanlık hâline getirdik. Bence zihnimiz halâ çok kötü modellerle haşır neşir. Bunlar millet olma azmimizi de için için zayıflatıyor.

Askerî yapıların bir milletin târihinde son derecede belirleyici olduğunu biliyoruz. Hattâ pek çok milletin; millet olma yolunda girdiği ilk ve en dramatik imtihan budur. Savaşlar ve iç savaşlar millet pratiklerinin neredeyse vazgeçilmez kurucu pratikleridir. Burada kaçınılmaz bir şekilde “ordu-millet” özdeşliği kurulur. Bu özdeşlik saldırgan bir doğrultu kazanabileceği gibi, savunmacı bir doğrultu da kazanabilir. İlki II. Genel Savaşta; Alman ve Japon militarizmlerinde görülür. Unutmayalım ki; bunlara büyük bir üretim patlaması da eşlik etmişti. Dünyâ bu iki belâlı milleti durdurmak için akla karayı seçti.

Eğer Ordu-Millet özdeşliği savunmacı bir çizgide tezâhür ediyorsa, milletin sivilleşmesi sağlanamamış demektir. Bu bağ bir millete zamansız bir odada Godot’yu bekletmektir. Muhayyel düşmanlar korkusuyla bir milleti korkutmak; hele hele iç düşmanlara yüklenmek bir milleti güçlendirmez; milletin sivilleşmesini zora sokar ve beklenenin aksine milleti zayıflatır. Genellikle de üretim dersinden ve imtihanından kaçmanın; alınan başarısız neticeleri gizlemek için yapılır bu işler.

İşte tam da bu sebeple 15 Temmuz Türkiye’de millet olmanın çok mühim bir evresine işâret ediyor. O gece direnenlerin karşısında bir yabancı ordu yoktu. Basbayağı Türk askerinin üniformasına bürünmüş hâinlerdi bunlar. Kamuflaj “mükemmeldi” doğrusu. Ordu zamanında darbe yapan bir orduydu. Sivil halk her seferinde evine çekilip susmamış mıydı? Bu defa da öyle yaparlardı nasıl olsa. Ordusuna “gözbebeğim” diyen bir millet değil miydi onlar? İşte tam da bu senaryoları berhava ettiği için millet eşik atladı. Bu milletin; sivilleşmesidir. Elbette ordusuna sâhip çıkan; ama birileri orduyu farklı amaçlar için kullanmaya kalktığında tankın topun tüfeğin önüne çıkabilen, üzerindeki ölü toprağını atmış bir millettir bu. Ömer Hâlisdemir işte bu yüzden gerçek bir “millî” kahramandır.

#15 Temmuz
#Türkiye