İrtica yok ; Bir gariplik var! (2)

00:0015/10/2006, Pazar
G: 27/08/2019, Salı
Selahattin Yusuf

Birinci yazımızda irticaın kaynaklarına eğilmeye çalışmıştık. İrticaın kökenlerinin Türkiye''nin geçen yüzyılın başında zayıf düşürülme planlarıyla birlikte ortaya çıktığını açıklamaya çalışmıştık. Büyük Ruh''un çökertilmesi projesinin bir parçası olduğunu anlatmaya çalışmıştık. Kurtuluş Savaşı şartlarında mecburen boyun eğilmiş zımnî bir şarttı. Enver Paşa''nın o “Deli cesaretinin”, o inanılmaz cinnetinin, Büyük Ruh''un son çırpınışı olduğunu söylemiştik.Açık iki göz, eğer biraz vicdan taşıyorsa

Birinci yazımızda irticaın kaynaklarına eğilmeye çalışmıştık. İrticaın kökenlerinin Türkiye''nin geçen yüzyılın başında zayıf düşürülme planlarıyla birlikte ortaya çıktığını açıklamaya çalışmıştık. Büyük Ruh''un çökertilmesi projesinin bir parçası olduğunu anlatmaya çalışmıştık. Kurtuluş Savaşı şartlarında mecburen boyun eğilmiş zımnî bir şarttı. Enver Paşa''nın o “Deli cesaretinin”, o inanılmaz cinnetinin, Büyük Ruh''un son çırpınışı olduğunu söylemiştik.

Açık iki göz, eğer biraz vicdan taşıyorsa bunları görür, bilir, kabul eder.

Bakın size bir askerlik anımı anlatayım. 2002''de Siirt''teydim. Terörle mücadelede hep en önde olmuş bir taburda askerliğimi ifa ettim. Terör sakinleşmişti. Ama komutanlarımızın orasında burasında hâlâ sıyrıklar, yaralar, izler vardı. Çatışmaların, boğuşmaların öfkesi saçlarından bir buğu halinde hâlâ yükselmekteydi. Çoğunun sinirleri alt-üst olmuştu. Ama bir yandan da kutsal bir görevi yerine getirmenin iç huzurunu, vicdan konforunu yaşıyorlardı. Arkadaşlarını dağda bir kayalığın içinde şehit vermişler, arkadaşlarını bir pusuda kaybetmişler, arkadaşlarının cesetleriyle sabaha kadar karın içinde koyun koyuna uyumuşlar, arkadaşlarının kopmuş bacaklarını, kollarını elleriyle taşımışlar, arkadaşlarının eşlerine, nişanlılarına, annelerine gönderdikleri son selâmlarını almışlar, arkadaşlarının düşen çenelerini, açılan gözlerini kapatmışlardı. En ufak bir disiplinsizlik anında, bakıyordunuz dağ gibi bir yüzbaşı, başında eğik duran mavi komando beresiyle ellerini palaskasının üstüne koyup gürlüyordu: “Kardeşliğimizi, silah arkadaşlığımızı ille çatışmalarda mı sınayacağız! Çatışma olmadan da kardeşliğimiz sürmeyecek mi!?” Belli ki çatışmalar sürerken askeri disiplini içeriden, yüreklerden birbirine tutturan kopmaz bir bağ vardı ve bu komando yüzbaşısı o manevi bağı unutamıyordu. O kardeşlik ruhunu arıyordu. Aslında ortada kardeşliğe, disipline ve saygıya mugayir hiçbir belirti de yoktu. Türk ordusunun en büyük silahı olan “Disiplin” olduğu yerde kımıldamadan duruyordu.

Anım şu. Bir gece saat üç sularında büyük bir hengâmeyle uyandık. Kalk borularıyla, sağanak gibi oradan oraya yağan emirlerle, siren sesleriyle ortalık toza dumana boğulmuştu. Kalktık. Gözleri dört açılmıştı: Silâhlar, fişeklikler, mermi kutuları, Bixiler, Kanaslar… araçları doldurdular. Çok kısa bir sürede. Land kamyonlar, birdenbire silahlı, bereli, boneli, yüzleri siyahlarla-yeşillerle karartılmış komandolarla doldu ve yola çıkmak için emir beklemeye başladılar. Yüz sinirleri donmuş, sarp suratı birçok çatışmada sertleşmiş ve taşlaşmış tabur komutanını gördüm kalabalığın arasında. Terör unsuru tespit edilmiş bölgeye gönderdiği komutanlarının sırtlarına vura vura taktikler veriyordu. Hiçbir sporun antrenöründe görülmeyecek cinsten bir maneviyatla dolu gözleri askerlerinin gözleriyle çakıştığında tuhaf, görünmez bir kıvılcım çakıyordu. Bu bakışların derinden, en diplerden bir yerden anlaştıkları ve birbirine kenetlendikleri o kadar aşikârdı ki! İçten bağ. En derindeki o bağ! Kelimesiz konuşabilen o kutsal bağ. O anda İRTİCA kelimesinin, münasebetsizlik duygusundan başka bir imge kazanamayacağına emin oldum. Herkes emindi. Tabur komutanı, sonunda o devrik mavi beresiyle askerlerinin sırtına daha sert vurmaya, son sözlerini bağırarak söylemeye, onları Allah''a emanet etmeye başladığında, motorlar da homurdanmaya başladı. Komandolar, dünyanın en iyi eğitimini görmüş, iki bin yıllık eğitim birikimi ayrıcalığını göğüslerinde ileriye doğru şişirerek taşıyan komandolar, tek sıçrayışta araçlarındaki yerlerine kuruldular ve araçlar yürümeye başladı. Kışlanın ana hoparlöründen, biliyor musunuz, hangi ses yükseliyordu o anda? MEHTER!

Gecenin tam ortasında, Siirt''in karanlık kırlarına doğru Mehter marşları uzanıyordu. O gece çatışmada bir terörist öldürüldü. Öldürüldüğü yere kadar, bilmiyorum hoparlör dağları tepeleri aşarak uzanabiliyordu belki de.

Kalkan toz yavaş yavaş yere inerken hoparlör gecenin derinliğine kadar inen bir süngü gibi karanlığı yarmaktaydı. Göğe baktım bir süre. Her şeyi düşünmeme yardım etsinler diye yıldızların yardımına ihtiyacım vardı. Yüce bir duyguyla ürpermiştim. Ne komutanımızın kafasında, ne de biraz sonra silahlarının emniyetlerini teker teker açacak olan komandoların kafasında “Din ile Devlet İşlerinin Birbirinden Ayrılması İçin İleri!” gibi bir parola olamazdı! Çünkü bu ölmek için yeterli bir maneviyat değildi. Bu Kafkaesk bir şakadan ileri gidemezdi. Başka bir şeye ihtiyaç vardı. Yavaş yavaş birikmiş, yüzyılların imbiğinden geçmiş gelmiş başka bir maneviyata!

Devam edeceğiz…