... Bir gariplik var!

00:0022/10/2006, Pazar
G: 27/08/2019, Salı
Selahattin Yusuf

Geçtiğimiz Pazar bir komutandan bahsetmiştim. Askerliğimi yaptığım taburun komutanı olan bir komando binbaşısından. Onun, askerlerini gece yarısı çatışmaya gönderirken izlediğim derin telâşından bahsetmiştim.Bir gün bizi, yani üniversite mezunu kısa dönem askerleri içtima alanında toplamıştı. O gün orada olan bütün yüz küsur arkadaşım da şahittir konuşmasına. Askerliğin her şeyden önce bir gönül işi olduğunu söyledi. Bunun neresi gönül işi diye düşünüyorduk o güne kadar. Sonra girdiği çatışmaları,

Geçtiğimiz Pazar bir komutandan bahsetmiştim. Askerliğimi yaptığım taburun komutanı olan bir komando binbaşısından. Onun, askerlerini gece yarısı çatışmaya gönderirken izlediğim derin telâşından bahsetmiştim.

Bir gün bizi, yani üniversite mezunu kısa dönem askerleri içtima alanında toplamıştı. O gün orada olan bütün yüz küsur arkadaşım da şahittir konuşmasına. Askerliğin her şeyden önce bir gönül işi olduğunu söyledi. Bunun neresi gönül işi diye düşünüyorduk o güne kadar. Sonra girdiği çatışmaları, atlattığı badireleri, eşiğinden defalarca döndüğü ölümleri anlatınca inandım. Gerçekten bir gönül işiydi. Gönül işi şudur: Maddi bir karşılığı olmayan. Daha doğrusu “karşılığı” olan maddiyatın, onun “maneviyatı” karşısında önemsiz olacak kadar küçük kaldığı iş.

Komutan, yine eğri duran mavi komando beresiyle orada, ayakta durmuş, sağ elini silâhının üzerine koymuş anlatıyordu. Yanında silâh arkadaşları, çatışmalarda yine kendisi gibi yaralanmış, sinirleri allak bullak olmuş astları vardı. Konuşma sürerken dikkat ettim. Astlarına kesinlikle bir babanın evlâtlarına davrandığı gibi yürekten bir koruma içgüdüsüyle davranıyordu. Onlara karşı meslekî sertliğinde öyle tatlı bir manevî bağ seziliyordu ki hiç kimsenin bu emirleri içten bir memnuniyet ve gülümsemeyle kabul etmediğine rastlamıyordum. Emir manevî bir bağdan ilerleyip karşı tarafa ulaşıyordu ve yük olmak bir yana; muhatabını sevindiriyordu. Astlarının da ona karşı birer evlât gibi derin bir saygıyla baktığını, emir aldığını görebiliyordum.

Konuşmasında bize, birliğe yeni katılmış askerlere ilk söylediklerini cümle cümle özetlemem gerekirse, aşağı yukarı şöyleydi: Askerlik bir gönül işidir. Vatan toprağını savunmak için tetikte olmak ibadettir. İnanç olmadan savaşılamaz. Siperde, nöbette, çatışma anında birbirimize tutunduğumuz maddi bağ disiplin ve eğitim; manevi bağ ise inancımızdır…

Konuşması bittikten sonra bizimle şöyle şakalaştı, hiç unutmuyorum; “Siz kısa dönemsiniz. Meslek sahibi insanlarsınız. Şimdi, biliyorum, aranızda gazeteciler de vardır sizin. Gider irticacı komutan diye yazar çizersiniz. Daha fazla anlatmayacağım.” Ve hepimiz gülüştük. Ben, hikâyenin anlatılmayan kısmını kendi kafamdan Mohaç Savaşı''na, hani Sırpların Bosna savaşı sırasında sokaklara dökülüp “intikamını aldıklarını” söyledikleri Mohaç savaşına, oradan Cezayir deniz savaşına, Cervantes''in yaralandığı İnebahtı savaşına filân……kadar götürdüm.

Sonra aramızda ilahiyatçı olup olmadığı sordu. Altı-yedi kişi el kaldırdı. Onları ayırdı. Astlarından birine; “Bunlardan bir mescit timi kur” dedi, “mescit harap halde onu temizlesinler, gerekirse yeni bir mescit yapılsın.”

Arkadaşlarımız, herkesin katkıda bulunduğu güzel bir mescit yaptılar. Orada üniformalarıyla giriştikleri inşaatçılık görüntüleri, hayatım boyunca gözlerimin önünden hiç gitmeyecek.

HHH

Bu empresyonist (ve yer yer de gördüğünüz gibi toplumsal gerçekçi) gözlemler bir yana; ordu denilince ortaya şöyle bir durum çıkıyor. Ordu, kesinlikle halkın organik bir parçası. Bu sosyal sınıf-statü olarak da böyle. Ordu Türk toplumunu sosyal sınıf olarak gayet homojen bir şekilde temsil ediyor.

Fakat ordunun üst katmanlarına doğru çıkıldıkça (benim hep Türkiye''nin uluslar arası nazik dengelerin, fay hatlarının üzerinde durmasından kaynaklandığını düşündüğüm ve kökenlerini Osmanlı''nın zayıf düşme anlarına kadar geriye götürme taraflısı olduğum) İslâm konusunda bir -nasıl demeli- mesafelilik göze çarpıyor. Gergin bir mesafelilik. İşte bu “mesafe” arttıkça ve gerildikçe, onu başka bir terimle açıklıyoruz: “Tehdit!”

“Tehdit”in yalnızca tehdit mi; yoksa aynı zamanda milletin ordusunun gerçek ve yegâne “Güç kaynağı”mı olduğunu anlamaya çalışmak önemli. Ben “Güç Kaynağı”na inanıyorum. Tehdidin, aynı zamanda memleketimizin gerçek ve derin kuvveti olduğuna inanıyorum. Lafı bunun için uzattım. Bu konuda, elimdeki tek belgeyi, kişisel askerlik maceramı bunun için sizinle paylaştım.

Bu “belge” ışığında, irtica meselesini daha açık ve anlaşılır biçimde konuşabiliriz diye düşünüyorum.