bir defasında,
'li bir kadın milletvekiline çok kızdığını, çok beddua ettiğini ama onunla ilgili bir hatırayı dinledikten sonra artık kızmadığını söylemişti.
Bununla da kalmamış şöyle sürdürmüştü: “
Çünkü 17 yaşındaki bir genç kızken Diyarbakır Cezaevi'nde o kadar ahlaksızca işkenceye maruz kalmış ki o kadar kendisini zorlamışlar ki, ben de olsam dağa çıkardım…”
Bir defasında dediğim, Aralık 2012'de, TOBB'un düzenlediği bir konferansta.
E tabii o yıllarda
vardı;
diye ben güncelledim.
Sayın Arınç'ın “
” ettiği ama “hatırasını” dinledikten sona tuttuğu yolu meşru gördüğü “kadın milletvekili” de
'tan başkası değildi.
Hani,
'in arka kapıdan ziyaret ettiği, halihazırda
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı
.
Olmadık irtibatlar kurmayın, bugünkü mevzumuz, sadece ve sadece şu soruya cevap aramakla sınırlıdır: Dağa çıkmak meşru mücadele yöntemi olabilir mi?
Yani, silahlı mücadele meşru mudur?
'ın mezkur ifadesinden hareket edecek olursak, “işkence” söz konusu olursa, dağa çıkılabilir.
'nde az işkence yapılmamıştı; mahkumların bir köpeğe tekmil verdirilmesinden dışkı yedirtilmelerine kadar…
Gerçi, Beyaz Türklerin önde gidenlerinden
dışkı yedirmenin işkence olmadığını geçenlerde dile getirmişti.
Celal Şengör'dür öyle konuşur, deyip geçmeyin. Nasıl ki
'in
'i toplumdaki zübüklüklerin hülasasıdır, Celal Şengör de
hülasasıdır. Neyse bahsi diğer, uzatmayalım.
Sayın Bahçeli de vaktiyle, Arınç'tan bambaşka bir gerekçeyle dağa çıkmaktan dem vurmuştu.
Türkiye'yi bölmek için onlar 25 yıl dağda gezdilerse, biz de Türkiye'yi böldürmemek için 50 yıl dağda gezeriz, demişti.
Demek ki, ister işkence ister vatanın bölünmemesi olsun, mesele, “gerekçeden” ibarettir.
Bir başka ifadeyle, silahlı mücadelenin meşruiyeti gerekçeye bağlıdır.
Sahiden böyle midir?
Sayın Arınç'ın söz konusu konuşması üzerine “dönemin başbakanı” Sayın Erdoğan
şöyle demişti: “Bizim yolumuz 'bana da işkence yapılsaydı dağa çıkarım' değil. Dağa çıkışı engelleyebilirsek ne mutlu bize…”
Bunun üzerine Arınç da, “
hiçbir zaman dağa çıkmayı düşünmedim
” şeklinde sözlerine açıklık getirme gereği duymuştu.
Dün gibi hatırlarım, ilk gençlik yıllarımızda, herkesin devrim rüyaları gördüğü dönemde, Diriliş Şairi
'un “
Evrim günlük sularla / Devrim irinle kanla / Bizse dirilişi gözlüyoruz / Bengisu bengisu kayna ve çağla
” dizelerini okuyunca adeta donup kalmıştık.
da 12 Eylül öncesinde, “
” sloganları attırıyordu
gençliğine.
Ülkemizi bugün, “
anarşiye ve silahlı mücadeleye hayır
” diyen damardan gelen kadrolar yönetiyor.
Türkiye'yi bitmek bilmez maceralara sokmamak için Neo-İttihatçlığın tüm “atraksiyonlarına” rağmen direniyorlar.
Yine de olmadık yerlerden “vurgun” yiyorlar. Rus uçağının düşürülmesi bunlardan biri midir, sormak, sorgulamak lazım.
dâhil, her yerde silahlı mücadeleye karşı olduğumuzu yüksek sesle tuğyancıların kafalarına vuralım.
Silahlı mücadelenin olduğu her yere, tıpkı puslu havaları kollayan mafya gibi, tüm ülkeler üşüşür. Silah fabrikalarının zaten bayram günüdür. Tevekkeli dememiştir
İsmet Özel, “Nedir bu kölelerin olanca silahları / silahların köleleri olmaktan başka…”
Silahlı mücadelenin elbette meşru bir istisnası vardır:
İşgal.
Nasıl ki işgal altındaki topraklarımızı kurtardık
nda, nasıl ki kovdu ABD'yi
, nasıl ki Rus işgaline cihat açtı
ve nasıl ki İsrail terör devletinin işgaline direniyor
, aynen öyle.