Sınıfsal imtiyazlarını koruma içgüdüsüyle kendilerini zincire vurdular. Zincire, yani, dar ve boğucu bir “aralığa!"
Bilgi birikimleri
seviyesinde olsaydı sorun yoktu.
“Ol mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler"
misali rahat ederlerdi.
Tam aksine, her şeyin domuzluğuna farkındalar!
Lakin, siyasi angajmanları ve özellikle de kör olasıca kibirleri yüzünden bu şebelek mahkûmiyete son vermiyorlar.
Bu da her geçen gün çıngar çıkarmalarına, tepinmelerine neden oluyor.
Keşke huysuzluk yapmakla yetinselerdi de hızla meczuplaşmasalardı.
Kendilerini hapsettikleri mahut dar alan,
“Bütün kötülüklerin kaynağı Erdoğan"
veya
“Hep Erdoğan'ın yüzünden"
veya
demenin dışında hiçbir şeye elvermeyen bir hücreden ibaret.
Bilgi birikim de fayda etmez, bu hücreye kim mahkum olsa kafayı yerdi.
O kadar ki, bir
veya bir
mezarından kalkıp gelse,
“Ulan her gün burda yaşanır, matine- suare burdan konuşulur mu?"
diyerek ossaat intihar ederdi.
dediğim güruh, intihar etmek yerine kendi kendilerini her geçen gün iptizale uğratıyor.
Vah ki ne vah, alayı birden Atilla Taş kesildi.
Bu da takdir edersiniz ki, belirli bilgi birikimine sahip bir aydın için ahlaki ve siyasi intihardan başka bir şey değildir.
Mesela,
“Anlaşılan AKP düzgün bir biçimde iktidarı bırakmayacak. Bu durumda yeni ve yaratıcı eylem biçimleri bularak bu partiyi alaşağı etmek gerek"
şeklinde bir fecaate imza atmak ahlaki ve siyasi intiharın dışında tevil edilemez.
Dün ne kadar yüce gönüllü bir demokrat olursanız olun, ne kadar
“siyasi iktidarı iş yapmaz hale getirmek"
isteyenlere karşı çıkarsanız çıkın, şayet bugün söz konusu dar alana hapsolduysanız, dün karşı çıktığınız çizgiye oturmaktan kurtulamazsınız.
E tabii
gibi kaçacak değilsiniz.
Serde “aydın" olmak var. Kendi kendinize jilet ata ata intihar ediyorsunuz.
Bu da nerden baksanız bakın, çok dramatiktir!.
Yazık, gitgide görme ve anlama yeteneklerini kaybediyorlar.
Gelgelelim, hiç değişmediler!
Dün darbeciydiler, bugün de öyledirler.
Zaman zihin dünyalarını hiç değiştirmedi, sadece ve sadece “vasi" değiştirdiler.
Dün demokratik siyasi iradeye balans ayarı yapmak isteyen veya hizaya sokmak isteyen TSK'nın gözüne bakıyorlardı, bugün
ve
'nın.
KCK'nın Türk usulü vesayetten kopya otoriter ve tekçi oluşu veya Pol Potçuluğu umurlarında değildir.
Önemli olan sınıfsal imtiyazlarıdır.
Barış süreci başlar başlamaz
“demokrasi gelmeden barış olmaz"
diyerek dağlara vurduklarında,
“bunlar çatışmalı ortam çıktığında barış demeye başlarlar"
demiştim, hiç yanıltmadılar.
İçlerinde en azgınlarından biri geçen gün, dımdızlak ortaya çıktığı, tabiri caizse,
halde,
nın
olduğunu söyledi.
Bugünlerde
güzellemeleri yapıyor.
Vaktiyle
'in uçağından inmiyorlardı.
Bir kitabının sunumunda,
“Kürdistan dağlarında yankılanan genç bir kadın sesi 'berxwedan jiyane' diyordu; 'yaşamak direnmektir..."
ifadesine yer veren bu
Öcalan yakalandığında şöyle yazmıştı:
“Başbakan Ecevit"in televizyondan açıklamasını dinlerken bir heyecan dalgası yalıyor içimi. Gerçekten tarihi bir an, bir dönüm noktası. Apo'nun yakalanarak Türkiye'ye getirilmesi, 1984'ten beri Cumhuriyet devletinin PKK'ya karşı verdiği haklı ve meşru mücadelede bayrağın zirveye dikilmesi, zaferin tescilidir(...) Türkiye için gerçekten tarihi bir an, heyecan verici bir an (...)Tarihi bir dönüm noktası! (...) Bu büyük başarı öncelikli olarak askeri bir başarıdır. Silahlı Kuvvetlerimiz, devlete karşı silah çekmiş, 15 yıldır şiddet ve terörü politika aracı benimsemiş, insanlığa karşı suç işlemiş olan PKK'yı çökertmiştir..."
(17 Şubat 1999, Milliyet)
Keşke diyorum, Ertuğrul Beyciğim gibi arada bir de olsa kendini hapsettiği dar alandan dışarı atsa, hiç değilse havalandırmaya çıksa, ne bileyim, Ertuğrul Beyciğim gibi dere kenarına inip kafayı dinlese veya ( + 18 uyarısı köşe yazısında çalışmadığı için yazamadığım) bilmem neyin tadına baksaydı.
Ne mi olurdu?
Biraz olsun dikkati dağılır, siyasi sapıklık derecesinde “Erdoğan takıntılı" olmazdı.
Ne mi olurdu?
Bana kendisini bu kadar sevdirmezdi, daha ne olsun.