HDP Ağrı milletvekili Leyla Zana'nın Meclis'teki yemini olay oldu. Zana, yemin ederken “Türk milleti” yerine “Türkiye milleti” ifadesini kullandı, bitirirken de Kürtçe olarak “Onurlu bir barış umuduyla” dedi. Yemini geçersiz sayıldı, yeniden kürsüye davet edilmesine rağmen gitmedi. Doğal olarak da, davranışı tartışıldı.
Ama bu tartışma, Leyla Zana'nın bundan tam 24 yıl önce yine aynı Meclis'te ettiği yemin sonrası başlayan tartışmadan çok farklıydı. Zana, 1991 yılında da yeminini ederken Kürtçe cümleler kurmuş ve saçlarına PKK'nın renklerini taşıyan bir bant takmıştı; ama bu konu sadece tartışılmakla kalmamış, Zana'ya büyük bir bedele mal olmuştu.
Zira o dönem, Meclis kürsüsünden -eski devlet söylemiyle- “bölücülük yapmak” büyük cesaret gerektirirdi.
Leyla Zana da sıra dışı yemininden sonra, “vatanın bölünmez bütünlüğünü korumak” duvarıyla karşılaşmış, lince uğramış, dokunulmazlığı kaldırılmış, yargılanmış ve hapse mahkum edilmişti. Leyla Zana, bu nedenle 11 yıl yattı.
Tıpkı Kürtçe'nin mazlumluğu gibiydi Leyla Zana'nın zulme uğramışlığı o dönem. Bir gerçekliğe tekabül ediyordu; sahici ve samimiydi.
Daha sonra başörtülü olmanın bedelini kendi Meclis'inden, vekilliğinden ve ülkesinden kovularak ödeyecek olan Merve Kavakçı gibi, ciddi bir bedel ödemişti Leyla Zana da…
Başörtüsü ayrımcılığı 90'lar sonunda Merve Kavakçı'nın şahsında nasıl müşahhaslaştıysa; Kürt düşmanlığı da Leyla Zana üzerinden 90'lar başında sembolleşti.
Bugün geriye dönmekten deli gibi korktuğumuz o günler; beyaz renaultlar, asit kuyuları, Kürtçe bilmediği için dipçiklenen mahkum anaları, hep Leyla Zana'ydı. Bu durum, o yemini “kural dışı” olmaktan çıkarmıyordu belki; ama moral olarak değerli kılıyordu.
Leyla Zana'nın önceki gün Meclis Kürsüsü'nde yaptığı ise, ne cesaret ne de bedel gerektirmedi. Ne haklılık zemini vardı, ne de gerçekliği. Leyla Zana'nın “onurlu barış umuduyla” diyerek bitirdiği yemini bildiğin, -ama kasten, ama kasıtsız yapılmış olsun- “show”du. Sonunda kimse linç edilmedi, kimse hapse tıkılmadı, kimsenin dokunulmazlığı düşürülmedi, sadece gündeme geldi, sadece konuşuldu.
Çünkü bugün; Türk milleti ya da Türkiye milleti ifadesini birbirinin yerine kullanmak o kadar olağan bir durum ki; bırakın derdest edilmeyi, köşe yazılarında ya da günlük konuşma dilinde rahatlıkla rastlanabiliyor.
PKK'nın “gözünün üstünde kaşın var” gerekçesiyle akim bıraktığı halde Çözüm Süreci, daha tamama bile ermeden Kürtlere yönelik o ağır ayrımcı atmosferi parçalamayı başardı. Kürtçe'nin konuşulması, yazılmasıyla ilgili önemli yasal ve sosyal adımlar atıldı, her şeyden önce devletin perspektifi değişti. “Analar mahkum çocuklarıyla konuşamasın” denilen bir süreçten “analar ağlamasın” aşamasına gelindi.
Devlet, sonradan eşbaşkanlarının düşeceği hendekler kazıp, kendi kendilerine özyönetimcilik oynayanlara geçit vermemeye elbette devam ediyor.
Ama, Leyla Zana'nın “Türk milleti” yerine “Türkiye milleti” demesi öyle çok da infial uyandıracak; çok da yürek gerektirecek bir eylem değil artık. Yemini geçersiz sayıldı, çünkü metindeki ifadeleri birebir tekrarlaması gerekiyordu; o kadar…
Bu yüzden Leyla Zana'nın 91'deki çıkışı ne kadar gerçekse, bugünkü çıkışı o kadar zeminsiz ve gerçekliği o kadar gözden kaçırıyor. Öyle ki, Meclis'e başörtüsüyle girebilen bir kadının; hem Meclis sıralarında oturup, hem de “Meclis'te başörtüsüne özgürlük istiyoruz” demesine benziyor.
Türkiye o kadar hızlı ve köklü değişti ki, bu şartlar altında Zana'nın çıkışı yapması bana absürd geliyor.