Hep söylenir; ABD'de Reagan'ın İngiltere'de Thatcher'ın başa gelmesiyle birlikte Avrupa'da refah devleti de sona ermeye başladı, denir. Doğrudur, bu ülkeler dünyanın geri kalanıyla kıyaslandığında refah düzeyi daha yüksek olmasına rağmen, giderek eşitlik politikalarından uzaklaşmış, kapitalizmin vahşi yöntemlerine boyun eğmiştir. Geldiğimiz noktada ise, artık onlar, eşitsizliğin ve sınıflar arasındaki makasın büyük oranda açıldığı toplumlardır.
Bu durumu düşünme sebebim geçtiğimiz günlerde okuduğum bir haber. Habere göre, İngiltere'de üniversiteler için öğrencilerin ödemesi gereken yıllık harç miktarı yaklaşık 37 bin lira oldu. Karar henüz tartışılmakla birlikte, 2010 yılından bugüne dek maksimum miktar olarak belirlenen yıllık 37 bin liralık üniversite harcı büyük ihtimalle standart hale gelecek. (Daily Mail, 9 Temmuz 2015). Haberden anlaşıldığı kadarıyla 37 bin liralık yıllık harç miktarı, Oxford, Cambridge, York gibi top üniversitelerde daha da yükselecek.
Oysa 37 bin liralık ücret standart değilken bile, İngiltere'den kötü haberler alıyorduk. Üniversite ve lise son sınıf çağındaki öğrenciler arasında eğitim masraflarını karşılayabilmek için para karşılığı fuhuş vakalarının yaygınlaştığı haberlerini çok önceden almaya başlamıştık (İngiltere'de Okul harcı İçin Fuhuş Artışta, BBC Türkçe, 15 Aralık 2011).
İngiltere'deki bu durum kendi başına bir şey ifade etmeyebilir. Ancak benzer durumda bazı Avrupa ülkeleri de var ve buradan çıkarak Avrupa ve ABD'de toplumsal eşitsizliğin giderek daha da çok derinleştiğini söyleyebilir, bu durumu geçtiğimiz 13 yılda kimilerince “kapitalist” olarak nitelenen programlarıyla hatırı sayılır bir büyüme oranı yakalayan, tüm dünyanın sarsıldığı 2008 krizini ise yara almadan atlatan Türkiye ile kıyaslayabiliriz.
Erdoğan, geçtiğimiz yıllarda tuhaf bir şey yaptı. Ülkede, bir yandan “her şey özelleştiriliyor”, “ülke satılıyor”, “kapitalistleşiyoruz” gibi eleştirileri haklı çıkaracak uygulamalar yapıldı; ama bir yandan da yüksek öğrenimdeki harçlar kaldırıldı, sağlık sistemi hem devlet hastanelerinde hem tüm özel hastanelerin bakanlığa bağlanmasıyla özellerde de ya parasızlaştı, ya da cüzi bir miktara düşürülerek demokratikleştirildi. Bu demokratikleşmenin hayatın hemen her alanına taşındığını söylemek şu an için zor olsa bile; bir ilerleme kaydedildiğine şüphe yok.
Tarifi zor, ama geçen 13 yılda Türkiye'de hem özelleştirmeler yapıldı, hem de yaratılan zenginliğin ve gelirin dağılımını düzenleyici önlemler faaliyete geçirildi. Yani, hükümet tuhaf bir biçimde hem bir kapitalist hem de aynı zamanda bir sosyalist gibi davrandı, özel girişimciyi teşvik etti ama bu girişimcinin vatandaşa hizmeti nasıl sunduğuna da dönem dönem müdahale etti. Özelleştirmeler sayesinde işletmeci devlet olmadı ama işletmenin topluma asgari bir karşılıkla hizmet temin etmesini sağladı.
Bu modelin 70'lerde çok yaygın ve başarılı bir şekilde uygulanan sosyal demokrasi olduğu ve ekonomi politikasının da planlamacı karma ekonomiye benzediği tezini ileri sürenler olabilir, ama doğrusu ben bundan emin değilim. Çünkü Türkiye, Avrupa'daki örneklerde olduğu gibi bir sanayi toplumu hiçbir zaman olmadı, ne Taylorizm ne de Fordizm bu topraklarda hüküm sürdü. Ama geçtiğimiz 13 yılda, önceki dönemlerle kıyaslanmayacak denli yüksek bir hızla hem gelirini arttırdı, hem de bu gelirin eşit paylaşımı konusunda yine önceki dönemlerle kıyaslanamayacak bir başarı elde etti. Eksiklikler aksaklıklar hala var; ama bu durum manzaranın mahiyetini değiştirmiyor.
Öyle görünür bir ilerleme ki bu; 13 yıl boyunca Erdoğan hükümetlerinin tek bir iyi tarafını bulamayan iflah olmaz muhalifler bile, Türkiye'nin Yunanistan'ı iflastan kurtarırsa ne harika bir komşuluk yapmış olacağından sözetmeye başladılar. Bu Türkiye ekonomisinin ve kıyasıya eleştirilen Erdoğan hükümetlerinin başarısıdır. Üstelik Türkiye bunu, en yakın gözüken model “refah devleti” politikaları olmasına rağmen, tamamen kendine özgü bir yöntemle yapmıştır.
İngiltere'deki duruma bakınca bunları söylemek istedim.
Mübarek Ramazan Bayramınızı tebrik ederim.