Suudi Arabistan ve İran arasındaki yüksek gerilime, Türkiye'den ilk tepki Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamayla verildi. Açıklamada, “
İran'daki Suudi Arabistan misyonlarına yönelik saldırılar kabul edilemez. Bir an önce tehdit dili bırakılmalı, diplomasi dili kurulmalı
” cümleleri yeraldı. Mesajda ayrıca, “
Türkiye iki ülke arasındaki gerginliğin bölge güvenliği, istikrarı ve barışı üzerinde olumsuz yansımalara sebebiyet vermemesini temenni ediyor”
denildi.
Türkiye, Suudi Arabistan'la ilişkileri çok daha kuvvetli olmasına rağmen, görece tarafsız ve barıştan yana bir tavır takındı yani. Olması gereken de buydu. Zira, bu Ortadoğu'da gördüğümüz ilk film değil.
1980 ve 1988 yılları arasında süren İran-Irak Savaşı da, tıpkı bugünkü gibi, İran'da Şiiliğin savunucusu Humeyni iktidarının başa gelmesiyle mezhep çatışmasından dolayı alevlenmişti ve sonuçları itibariyle ne Şiilere ne Sünnilere bir fayda sağlamadığı gibi her iki taraftan yaklaşık 1 milyon kişinin ölümüne, 150 milyar dolar maddi hasara, her iki ülkede ağır yıkımlara yol açtı.
Amerikan yönetimi o dönemde İran'a diş biliyor ve Irak'ı tıpkı bugün Suudi Arabistan'a yaptığı gibi açıktan destekliyordu. Oysa aynı Amerikalılar eliyle, Saddam'ın boynuna yağlı urganın, hem de bir Kurban Bayramı sabahı nasıl geçirildiğini hepimiz hatırlıyoruz.
Hatırlıyoruz, çünkü konu aynı, plan benzerdi; sadece aktörler farklıydı.
İran-Irak Savaşı'nda Avrupa ve ABD'nin tavrını belirleyen ilke İran'ın petrol gücünün kabul edilemez bulunuşuydu. Ayrıca, ABD, desteklediği Şah'ın devrilmesi ve yerine İslamcı bir rejimin gelmesinden hiçbir zaman memnun olmamıştı. Dolayısıyla Irak desteklendi, Saddam'a silah yardımı yapıldı; borç para sağlandı, hatta güçlü iddialara göre Irak'ın biyolojik ve kimyasal silahlar üretmesine yardımcı olundu.
Sonuçta, savaş yıkım getirdi, etkileri yıllarca hissedildi, iki ülkenin birbirlerinin tesislerine düzenlediği saldırılarla petrol üretimi düştü. Savaş sonunda Saddam borçlarını kapatabilmek için 1990 yılında Kuveyt'e saldırarak oradaki petrol kuyularını ele geçirmeye çalıştı. Bu saldırganlık Irak'ı yalnızlığa sürükledi ve Saddam'ın sonunun da başlangıcı oldu.
Aslında, Ortadoğu'nun bugünkü kaosunun temelleri bile İran-Irak Savaşı'na götürülebilir; çünkü Saddam sonrası Irak'ın parçalanması ve mezhep dengesinin Şiiler lehine bozularak Sünnilerin ezilmeye başlaması, bir bakıma en az mezhepçilik belası kadar büyük bir problem olan DEAŞ terörü için de uygun bir zemin yarattı.
Bugün, Rusya bölgede Suudiler ve İran arasında arabuluculuk yapma görüntüsü altında aktörler arasına katılmaya çalışıyor olabilir; ABD herhangi bir tarafa açık bir destek vermiyor olabilir, Suudların öfkelenmek için Yemen'deki İran fitnesi gibi haklı sebepleri olabilir ama hiçbir faktör sonucu değiştirmiyor.
Ortadoğu'da sözkonusu olabilecek bir savaş, Ortadoğu'yu şimdi olduğundan daha da kötü bir hale getirmekten başka hiçbir işe yaramayacak. Bugün çıkarları gereği taraflardan birine yakın gibi gözüken Batılı devletler, çıkarları başka türlüsünü gerektirdiği anda U dönüşü yapacak. Olan da yine ve bir kez daha ama şu mezhepten, ama bu gruptan olan Müslümanlara olacak.
Sonuçta, siyasi mücadele mezhep ya da din çatışmasına dönüştürüldüğünde, küçük bir kıvılcımın büyük bir yangına sebebiyet verdiği müteaddit defalarla kanıtlanmış bir gerçeklik. Bu gerçekliğin bölgede en az üstünde düşünülen realite olduğu da ortada.
Bu durumda, Türkiye'nin de içinde bulunduğu İslam Koalisyonu'na düşen bu kıvılcımı büyümeden söndürmek olmalı. İran'ın pervasız emperyal amaçlarına, haksızlığına ve çirkin yöntemlerine rağmen... Hem de bir an önce…