Haberi duymuşsunuzdur; Merkel bu Pazar İstanbul'a gelecek; Cumhurbaşkanı ve Başbakan'la temaslarda bulunacak. Bu ziyaretin nedeninin ise, hem Suriye konusunu ele almak, hem de geçtiğimiz Cumartesi tarihinin en büyük terör saldırısıyla sarsılan Türkiye'ye destek vermek olduğu söyleniyor.
Bendeniz, ne Merkel'in ne de benzer konumdaki diğer politikacıların Türkiye'nin son terör saldırısında ne yaşadığıyla çok ilgilendiğinden emin değilim. Sadece Türkiye Almanya çapındaki Avrupa ülkeleri için rakip olduğundan değil; ülkelerin uluslararası stratejilerinde bu ve benzeri tür hassasiyetlere genellikle yer olmayacağı için…
Fransa'daki Charlie Hebdo saldırısı tıpkı İkiz Kuleler'e yapılan saldırı kadar “istisnai”ydi ama. O saldırıdan sonra tüm dünya liderleri elele verip yürüdü. Çünkü Charlie Hebdo, terörün Avrupa'nın kalbine kadar sokulabildiğinin kanıtıydı; korkutucu olmasının nedeni de buydu. O kortejdeki her Avrupalı lider, Fransa için değil, terörün Avrupa coğrafyasında vuku bulabilmesi nedeniyle, kendi ülkesinin güvenliğinden duyduğu endişeyle yürüdü. Doğulu liderlere gelince, “teröre destek vermek” presinden o kadar çok bunalmışlardı ki; “teröre karşı” olduklarını dünya aleme göstermeleri şart gibiydi.
Dünya Fransa'dan sonra da terör saldırıları yaşadı; ama aynı hassasiyeti ne bugünlerde PYD'yi açıktan destekleyen ABD, ne de PKK'yı el altından desteklediği bilinen Almanya göstermedi. Hiçbir Avrupa ülkesi “teröre karşı” olduğunu kanıtlama ihtiyacı duymadı, çünkü o canlı bombalar dünyanın Kuzeybatısında, Paris'te, Londra'da, Berlin'de, Amsterdam'da ya da Viyana'da patlamadı, Ankara'da patladı. Bunu geçelim.
Merkel'in Türkiye'ye gelişinin nedeni terör değil yani; Merkel Suriyeli mülteci akınının önüne set olabilecek tek ülke Türkiye olduğu için İstanbul'a geliyor. Malum; geçtiğimiz yaz Aylan Kurdi'nin kıyıya vuran cesedinden sonra Avrupa ayağa kalkmış, mülteciler konusu vicdan ölçeğinde tartışmaya açılıp, Avrupa değerleri, medeniyet söylemi sorgulanmaya başlanmıştı. Şimdiye kadar mültecilerin denizde medyatik olmayan boğulmalarını ses çıkarmamaya çalışarak izleyen hükümetler de; olay medyaya dökülüp kamuoyu baskısıyla karşılaşınca da bir şeyler yapmak zorunda kalmış, sembolik denebilecek sayılarda mülteci kabul etmeye başlamıştı.
Bir yandan da, Avrupa sosyolojisini ve siyasetini son yıllarda göçmen ırkçılığı ve İslamofobinin belirlediği ortada. Yabancıları istemiyorlar, kamuoyunun ahlaki sorgusuna açıktan rest çekmek de imkansız; dolayısıyla yüzyüze kalmak istemedikleri mülteci akınına set olarak, hava yastığı olarak Türkiye'ye ihtiyaçları var. Zerrece idraki olan herkesin görebileceği gibi, Avrupa'da Erdoğan'a yönelik eleştiri boyutunu çoktan aşmış, düşmanlığa ve yok etmeye ayarlanmış yayınların, ardı arkası gelmez hakaretlerin bıçak gibi kesilip “Erdoğan'a her zamankinden çok ihtiyacımız var” itiraflarına dönüşmesinin sebebi de, kendilerine açılmayan Avrupa kapılarını ısrarla zorlayan mülteciler…
Ama onlar, istenmeyen üçü bir arada paketi olarak “hem yabancı, hem yoksul, hem de Müslüman”. Hele de son yıllarda üretimin düşüp ekonominin kötülemesiyle doğru orantılı olarak yabancı düşmanlığı ve İslamofobinin yükseldiği Avrupa için, kabul edilebilir bir trio değil bu.
Öte yandan, dünyada doğal sınırların kalktığına, seyahatin demokratikleştiğine; sert duvarların, sabit yolların yokolup bunun yerini hareketliliğin aldığına; insanların dünyanın bir ucundan diğerine kısa sürede gidebilmesi için bir uçak biletiyle çoğunlukla vize bile gerektirmeyen bir pasaportun yeterli olduğuna yönelik tespitler okuyoruz sosyoloji kitaplarından. Küreselliğin eşitleyici şartlarından söz ediyor uzmanlar.
Oysa eşitlik, eşitliğin şartlarını sağlayabilenler için geçerli hala…
Kimisi evraksız seyahat etme, dünyanın her yerinde bulunma hakkına sahipken; bazıları ise ne oldukları yerde kalabilir, ne de kalacak daha iyi bir yer arayabilir işte. Küresel dünyada insanlar eşitlenmemiştir asla; eşitsizlik küreselleşmiştir sadece…
Irk ve din ayrımcılıkları, kastlar ve sınıflar elbette eski çağlardan bu yana hep vardı. Ama sanırım hiçbir zaman “hayatları boyunca gidecekleri yeri seçmeye doymuş insanlarla”, “hayatları boyunca kalmayı tercih ettikleri yerlerden tekrar tekrar sökülüp atılmış
insanlar” arasındaki fark bu kadar belirgin olmamıştı…
Sınırları geçmek istedi diye dayak yiyen, cop yiyen, tekme yiyen, boğulan, kafeslere tıkılan insanları görünce…
İnsan hayret etmiyor, insan nefret ediyor…