Anlatıldığına göre, söz konusu müze-kasabada ve özellikle Shakespeare'nin doğduğu sanılan şatoda, okulundan, kütüphanesinden, okuma salonlarından, hediyelik eşya dükkanlarından (Avon nehrinin kıyısındaki Royal Shakespeare) tiyatrosuna kadar her şeye onun adı verilmiş.
Öte yandan, ailesinin (besledikleri çiftlik hayvanlarından, pişirdikleri yemeklere kadar) gündelik hayatı kadrolu aktörlerce, ziyaretiler için canlandırılmaktaymış.
Shakespeare hafızları, şairin otuz sekiz oyununu, yüz elli dört sonesini, iki şiir-öyküsünü sesli sesli okuyarak ortalıkta dolaşmakta, kimi tiyatro grupları malum oyunlarından kimi sahneleri oynamaktaymış.
Yine zikredilen müzede, şairin çalışma masasından omlet yaptığı tavaya, giysilerinden mendillerine kadar muhtemel şahsi eşyaları sergilenmekte, çevredeki dükkanlarda kitaplarıyla, şairin adıyla üretilen terlikler, kutular, şekerlemeler, anahtarlıklar, ayakkabı çekecekleri vb. bilimum hediyelik eşyalar satılmaktaymış. Hatta Shakespeare oyunlarının kahramanlara, o oyunları sahnelemekle ünlenmiş tiyatroculara, oyunlarının senaryolaştırılmasıyla çekilmiş filmlerde rol almış figüranlara mahsus minik heykelleri, bibloları bile orada bulmak, satın almak mümkünmüş.
Konuyu abarttığımı sanmamanız için
adlı internet sitesine bakmanızı istirham ediyorum. Elbette, yukarıda söylediğim kimi şeyler
ikilisinin tebliğinde yer almıyordu ki, akademik bir çalışma olması nedeniyle de almamalıydı zaten.
Ancak tebliğin sonunda iletilen şu mealdeki şikayet ve temennin aklıma yerleşip kaldığını söylemeliyim:
Biz kendi şairlerimiz, yazarlarımız, düşünürlerimiz için bunların hiçbirisini yapamıyoruz, dolayısıyla onları unutulmaya terk ederek gelenekte bir kırılmaya, kopmaya bizzat neden oluyoruz. Batılılarsa Shakespeare örneğindeki gibi kendi kültür adamlarını, anlatılan şeyler sayesinde gündelik hayatın içinde tutmakla hem gereğince tanıtmış hem de geleneği süreklileştirmiş oluyorlar. Bizim de onlar gibi yapabilmemiz mümkündür. Kültür değerlerimizi isimler ve eserler üzerinden yaşatmamızda, geleceğe aktarmamızda onlardan ne eksiğimiz var.
Bu şikayet ve temennide ilk bakışta hiçbir olumsuzluk yok. Gerek kültürel miras, gerekse milli vefa açısından bizim kendi yazar, şair ve düşünürlerimiz de gündelik hayatın içinde tutulmayı, hatıralarıyla, eserleriyle geleceğe aktarılmayı çok çok hak ediyorlar.
Fakat, dikkatle düşündüğümüzde bu şikayet ve temennide ıskalanan bir yön ortaya çıkmıyor mu?
Tıpkı bir çocuğa, kediye ve aslana mahsus hakikatin farklı olmasında ve üçünün de kendilerine kendi hakikatlerince davranılmasını zorunlu kılmasındaki gibi bir fark örneğin.
Çünkü bir kediyi, onun kadar küçük diye bir çocuğu, bir aslanı da ona çok benziyor diye bir kediyi sever gibi sevemeyiz. Üçünün de hakikati farklıdır ve
.
Iskalamak demiştim. Daha somut bir söyleyişle, örneğin bir Mevlana Celaleddin Rumi'yi Shakespeare'in tanıtıldığı gibi tanıtabilir miyiz?
Ayrıca, mümkündür ki aralarında tesis edilebilecek bu benzerlik, ikisinin zihniyet ve kültür itibariyle ayrı ayrı olan hakikatlerini eşitlemek suretiyle çifte bir haksızlığa yol açmaz mı? Bu durumda onları düşünceleri ve yaşayışları itibariyle birbirlerine indirgemek ikisinin de hakikatlerini farklı bir gerçeklik içinde massetmek olmaz mı?
Soru çok; bu bahiste suretlendirmeden, fanilik düşüncesine kadar üzerinde durulması gereken bir çok farklı kavram var.
Bunları da enine boyuna konuşmamız gerek.