ABD ve İngiltere 100 yıldır uluslararası politika alanında hemen her konuda aynı saftaydı. 1. Dünya Savaşı ile başlayan ittifak, 2. Dünya Savaşı ile, –İngiltere küresel politika belirleyiciliğindeki rolünü ABD’ye bıraksa da– devam etti. ABD’nin kas gücünü oluşturduğu, İngiltere’ninse akıl hocalığını yaptığı bir ittifak gibi yorumlanan bu“özel ilişki”, İngiliz ve Amerikalılar tarafından da adeta bir kibirle doğrulanıyordu; Londra’nın ana parlamentoyu, Washington’ın yürütme gücünü temsil ettiği liberal
ABD ve İngiltere 100 yıldır uluslararası politika alanında hemen her konuda aynı saftaydı. 1. Dünya Savaşı ile başlayan ittifak, 2. Dünya Savaşı ile, –İngiltere küresel politika belirleyiciliğindeki rolünü ABD’ye bıraksa da– devam etti. ABD’nin kas gücünü oluşturduğu, İngiltere’ninse akıl hocalığını yaptığı bir ittifak gibi yorumlanan bu
”, İngiliz ve Amerikalılar tarafından da adeta bir kibirle doğrulanıyordu; Londra’nın ana parlamentoyu, Washington’ın yürütme gücünü temsil ettiği liberal değerler üzerine kurulu sistem tüm dünyanın takip edeceği global bir standart oluşturuyor deniyordu. Savaş sonrası dünyaya yayılan liberal serbest ticaret sistemi bir Anglosakson modeliydi; küresel ticaret, ekonomi, diplomasi ve medyanın dili İngilizce oldu. Beş Göz İstihbarat İttifakı gibi NATO, IMF ve Dünya Bankası vb. kurumların temeli de Winston Churchill ile Franklin D. Roosevelt arasında 1941’de imzalanan Atlantik Bildirisi’ne dayanır.
Şimdilerde bu “özel ilişki”nin partnerleri arasına soğukluk girdiği söylenmekte; sorumlusu olarak da ABD Başkanı Trump gösterilmekte. Trump’ın karakteri, zihniyeti,
yaklaşımı buna sebep zannedilse de, İngilizlerin Washington’la meselesi daha eski. Obama’nın NATO sınırlarını Rusya’ya dayandırmasından Orta Doğu’daki hatalarının Avrupa’yı tehdit etmesine, aslında İngiltere’de alarmların çalması Trump’ın halefi döneminde başladı. Obama’nın
koltuğunda
mertebesine Merkel’i taşıması, Anglo-Amerikan modeline dayalı küresel düzeni önceleyen İngilizleri esas tedirgin eden şeydi. Zaten ABD Başkanlık seçimlerinden önce gelen
, yani İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı, Transatlantik cephesinin sarsılmaz sanılan kalesinin surlarında açılan ilk gedikti.
Mart ayında bir seyahatte üç yıldızlı eski bir İngiliz generali ile tanışmıştım; 80’li yıllarda Türkiye hakkında da bir kitap yazmış olan, şimdilerde İngiliz Dışişleri’ne uluslararası güvenlik konularında danışmanlık yapan bu eski askerle sohbet uzayınca, o günlerin sıcak konusu
“İngilizler Brexit’ten pişman mı?”
sorusunu yöneltmiştim. Şöyle demişti:
“Neden pişman olalım? AB çöküyor. Neden biz kurtaralım? Bu Almanların işine yaramaz mı?”
“Peki AB’den çıkış çok maliyetli olmayacak mı sizin için?”
diye sorduğumda şu cevabı verdi:
“Ölçtük, tarttık. AB’de kalmak çıkmaktan daha yüksek bir maliyet getireceği için bu kararı verdik.”
Bugün Avrupa’nın en büyük ekonomisi olan Almanya’nın hala koalisyon kuramayarak siyasi açmaza girmiş olmasının Avrupa’da en çok kimi sevindirdiğinin cevabı yukarıda yatıyor. İngiltere’nin AB’den boşanabilmek için ödeyeceği tazminat hakkındaki 50 milyar Avro söylentilerini düşünürsek, İngiltere’nin kalmanın bundan daha pahalıya patlayacağı iddiası, AB’nin ekonomik olarak geleceğinin pek de parlak ve cazip olmadığını gösteriyor.
Eski generale, taze ABD Başkanı Trump’la ilgili düşüncelerini sorduğumda ise şu yanıtı aldım:
“Trump züccaciye dükkanına girmiş bir fil gibi. Çok konuşuyor ve tüm bubi tuzaklarına basıyor. ABD’ye Theresa May gibi, daha söz dinleyen bir başkan lazım. Bu Mike Pence olabilir.”
Amerikan dış politikasıyla ilgili fikrini sorduğumda aldığım cevapsa en ilginciydi: “
Amerikalılar dünyayı kovboy gibi yönetiyor. Orta Doğu politikalarının tamamı bir sorunu çözeyim derken üç yeni sorunu getiriyor, geride çok fazla zayiat bırakıyor. Biz tarihimiz boyunca yenilmedik. İmparatorluktan vazgeçtik ama yine de geriye düşmedik. ABD bizi aşağı çekiyor. İngilizce konuşan kardeşlerimizle birlikte olmak istiyoruz ama Washington’ın hatalarından bıktık. Buna müdahale edilmesi lazım.”
Bu diyalog Theresa May’in Washington’a gidişinden 1-2 ay sonraydı. Eski generalin sözleri bana, yeni bir serbest ticaret anlaşmasının ilk adımını atma ve yepyeni bir pakt umuduyla Washington’a giden May’in oradan hayal kırıklığıyla dönüşünü anımsattı.
Ardından Mayıs’ta Manchester’da 22 kişinin öldüğü terör saldırısında olay yeri fotoğraflarını medyaya sızdıran ABD istihbaratına öfkelenen İngiliz hükümeti ABD ile bilgi paylaşımını durdurdu. Derken 15 gün önce, BBC, ABD-İngiltere öncülüğündeki koalisyon ile YPG’nin ortak operasyonla 250 IŞİD militanı ve ailelerini Rakka’dan tahliye ettiği haberiyle kirli çamaşırları ortaya döktü. İstihbarat cephesinde hal böyleyken finans cephesinde de durum farklı değil. Suudi petrol şirketi Aramco’nun halka arzının Londra’da mı New York’ta mı olacağı örtülü kavgası sürerken, İngiliz Daily Mail bu hafta, yolsuzluk iddiasıyla tutuklanan
Suudi prenslerine ABD’nin Blackwater paralı askerleri tarafından işkenceye yapıldığını
yazdı. Körfez medyasında yer alan
“prenslerin teker teker anlaşmayı kabul ettiği”
haberleri de bu yolsuzluk görünümlü operasyonun arka planında, milyar dolarların gasp edilmesi olduğunu gösteriyor. Ay başında bu köşede etki alanı en az 800 milyar $ olan bir sermayenin el değiştirmesinin yattığı tahmininde bulunmuştuk.
Trump’ın yerleşik düzenle savaşını sürdürmek için paraya ve ittifaklara ihtiyaç duyduğu muhakkak. İsrail’in lobi desteği, Suudilerin maddi desteği bunlardan ikisi. Ancak Suudi ittifakı İngiliz çıkarlarına fazla zarar vermeye başlamış olacak ki, İngiliz medyasındaki ABD’yi hedef alan haberlerin ötesinde May de dolaylı yoldan Trump’ı zora sokacak açıklamalarda bulunuyor. Son günlerde artarda
“Rusya’nın Avrupa’daki seçimlere müdahale etmek ve siber casuslukla”
suçlayan,
“Düşman Rusya’nın Avrupa’yı parçalamak istediğini
” söyleyen May’in sözleri, eski FBI Direktörü Mueller’in yürüttüğü Rusya soruşturmasıyla köşeye sıkışan Trump’a
“İsrail-Suudi ittifakını seçmekle bize yanlış yapıyorsun”
mesajı aslında.
Peki asırlık Anglo-Amerikan ittifakı biter mi? Bunu söylemek için çok erken, beklenti içine girmek de Yılbaşı ikramiyesine umut bağlamak kadar riskli. Ama Transatlantik cephesinde araya giren bu soğukluklar Türkiye’nin kaçırmaması gereken fırsatlar doğuruyor. Başbakan Binali Yıldırım’ın Londra seyahatindeki temasları, Türkiye-ABD ilişkileri en kötü dönemini yaşarken, Brexit sonrası gelişmeye başlayan Türkiye-İngiltere ilişkileri kapısını biraz daha aralamış oldu. Bu yakınlaşmanın artarak sürmesi yeni fırsatları, karmaşık küresel ilişkiler ağında Türkiye’nin avantajına pek çok gelişmeyi de beraberinde getirecektir.
#ABD
#İngiltere
#Türkiye
#Politika