George Orwell, “Siyaset ve İngiliz Dili” adlı denemesinde “İnsanların kötü yazmalarının sebebi, ya söylemeye çalıştıkları şeyin belirsiz olması, ya da bilerek işi gargaraya getirmeleriydi” diyor. Orwell, açık ve dürüst bir entelektüel olarak, dili bilgi vermek yerine kafa karıştırmak için kullanan çağdaşlarını yerden yere vurmak için bu satırları kaleme almıştı. Britanyalı tarihçi Tony Judt, Orwell'den bu alıntıyı verirken, kelimelerle birlikte ifade ettikleri anlamın ve fikirlerin de bütünlüklerini kaybettiklerini iddia ediyordu ve çok haklıydı. Gördüğünüz gibi, bize çok tanıdık gelen bu mesele sadece Türkiye'ye değil, dünyaya dair bir sorun.
Judt, bize daha da tanıdık gelecek bir saptamada bulunuyor ve bir adım ileri geçiyordu. Ona göre, kötü yazmanın ve kötü konuşmanın nedeni, entelektüel güvensizliğin göstergesiydi. “Kötü konuşur, kötü yazarız, çünkü düşüncelerimize güvenmeyiz” diyordu.
Naçizane ben de bir adım daha ileri gitmek istiyorum. Çünkü, bugünkü Türkiye'ye baktığımda, Orwell ve Judt'ın tesbitlerinin doğru, ama oldukça naif kaçtığını hissediyorum. Tabii onlar Türkiye entelektüelleri değildi, bizim şartlarımız için konuşmuyorlardı.
Her iki tesbit bence Türkiyeli aydın ve siyasetçi için de geçerli. Ama içinde bulunduğumuz savrulmayı tek başına izah etmiyor. Tamam, bizimkilerin bilgi eksikliği çoktur, genelgeçer şeyleri uygarlık tarihinde ilk kez onlar söylüyormuş gibi yutturmak için, işi gargaraya getirmek veya tumturaklı sözler sarf etmek mecburiyetinde hissederler. Tabii ki düşüncelerine de güvenmezler.
Ancak bu her yerde görülebilecek (hatta hayatta kalmak, tutunmak için başvurulduğu için sempatik bile bulunabilecek) bir durumdur.
Bu konuda bu ara daha fazla düşünüyorum, çünkü Meclis'te gözlem yapıyorum. Mesela Oktay Vural, kürsüye çıkıp mugalata yaptığında, karşımda güvenecek bir düşünceye sahip olmayan, hayatta kalmaya çalışan bir adam görüyorum. Meclis'te olduğum müddetçe çok konuştu ama söyledikleri onca şeyin incir çekirdeğini dolduracak bir içeriği dahi yoktu. Sadece beden dili ile, sesini yükseltip alçaltmasıyla, aslında gösteri sanatı icra eden bir zanaatkâr gibiydi.
Onun HDP'deki versiyonu ise Sırrı Süreyya Önder sanırım. Özellikle abandığı Adıyaman lehçesi, hırpani giyimi, bıçkın minibüs şoförü ile uyanık mübaşir arasında gidip gelen vücut jestleri ile gerçekten vekil maaşını hak eden bir performansı vardı.
Ama benim meselem bunlar değil. Bir insan hasbelkader bir makamda bulunabilir ve halıya atılan kedi gibi oraya tüm tırnakları ile tutunabilir. Artık bilgisizliği, düşünce sahibi olmamayı da mesele etmiyorum.
Benim Orwell ve Judt'tan bir adım öteye geçeceğim yer, bilgisizlik ve düşüncesizliğin yanına eklenen, Türkiye'deki aydın, gazeteci ve siyasetçilerdeki “ahlaki” kayıp.
Meclis'te, CHP, MHP ama özellikle HDP'de hayretle gözlemlediğim, bile bile yalan konuşmaları oldu. Gerçekten öfkeli insanlarla, öfkeli taklidi yapanları ayırabiliriz. İnandığı veya savunduğu şeyin yanlış olduğunu henüz fark etmeyen bir kişinin tavrı ile yanlış bir şeyi bile isteye doğruymuş gibi savunanları da ayırmakta mahiriz. Hatta, artık öyle tecrübeli olduk ki, gerçek düşüncesini saklayan insanların mideden konuşmalarını ayırt ediyor, belirsiz bir alanda salınmalarını tarafsızlık olarak yutturmaya çalıştıklarını da anlayabiliyoruz.
Peki, bu doğal şekilde yanılanlar veya tuttuğu pozisyonu hak etmediğini bilen ve küçük oyunlara başvuran kişiler ile bu ikinci grubun arasındaki fark nedir diye soruduğumuzda, ikincilerin aslında bilgisiz değil bilgili, yeteneksiz değil, bilakis oldukça yetenekli olduklarını görüyoruz.
İşte bu kişiler ahlaksız olanlardır. Yeteneklerini, pozisyonlarını bir yalanı veya ahlaksızca bir amacı meşrulaştırmak için kullanmaktalar. Bunun için birçok yeteneğe sahipken, tek bir haslete, yani ahlaka sahip olmamak gerekiyor.
Böyleleri kürsüye, televizyona çıktıklarında veya böylelerinin yazılarını okuduğumda, yazdıkları ve söylediklerine asla inanmadıklarını, ama bir amaçları olduğunu, bunun için her türlü ahlaksızca yönteme başvurduklarını algılıyorum.
Mutlaka kendilerince vicdanlarını rahatlatma yöntemleri vardır. Nihai hedefin doğru olduğuna, bu hedefe ulaşmak için çok hoş olmayan yöntemlere başvurulabileceğine inanıyorlardır. Belki de sadece profesyoneldirler, menfaatlerine bakıyorlardır.
Bugün Türkiye'de en önemli sorun, bilgisizlik ve düşünce eksikliği değil, ahlak kaybıdır.
Hasılı, bir şey kokmasın diye tuzlanır ama, tuz tadını yitirirse ona ne yapılır bilmiyorum.