İktidar mücadele alanları zamana bağlı olarak değişikliğe uğradı. Son büyük evresi, Avrupa burjuvazisinin derebeylerine karşı otokratik kralların yanında yer alması ile merkezileşmeye gidilen döneme dayanıyor. Kent devletlerinde tüccar ve esnaflar pazar oluşturma, ürün tamamlama, geniş çaplı üretim yapma ve işçi bulma konusunda sıkıntı çektiklerinde merkezileşmeye ihtiyaç duydular. Bunun için gereken birliği önce derebeylerine karşı otokratik kralları destekleyerek sağladılar, sonra da o kralların politik gücünü belediyeler ve parlamentolar ile sınırladılar.
Bu arada mülkiyetin korunması, sermayenin güvenli şekilde dolaşımı ve tüccarların gücünü aşan okyanus ötesi kolonyal yağmanın düzenlenebilmesi için de güçlü bir devlet organizasyonuna ve düzenli ordulara ihtiyaç duyuldu. Yine mülkiyet ve sermayenin rahat ettirilmesi için gerekli hukuk kuralları Venedik gibi tacir kentlerde bugünküne yakın hallerini aldı. Bu merkezileşmeye dönük en büyük tehditlerden birisi de Papalık idi. 8. Henry şüphesiz Aragonlu Catherine'den boşanıp, Anne Boleyn'le evlenebilmek için İngiltere Kilisesi'ni kurmamıştı sadece. Ne de olsa üç yıl sonra Boleyn'in kafasını kestirecekti.
Veya Protestanlığın sadece Saint Pietro Kilisesi'ni tamamlayabilmek için cennetten arsa satmaya başlayan Papalığın yozlaşmasına karşı bir tepki olarak çıktığını ifade etmek de yanlış olur. Ortada burjuvazinin ihtiyaçlarına dönük tüm kurumları dönüştüren ve zamanın ruhununa uygun bir hareket vardı. Protestan ahlakı ile fakirliğin ayıp olduğu günlere geçiş şarttı.
İyi veya kötü diye mutlaklaştırmak yerine, bugünün demokrasi değer ve kurumlarının bu iktidar devir tesliminde kurulduğunu, Avrupa burjuvazisinin ihtiyaçlarına dayandığını görmek durumundayız. Yani tüm insanlık adına hareket ettiğini ifade ederken, bir tür insan sınıfının ihtiyaçlarına göre kurulan hukuk, akademi, sivil toplum, medya, devlet, yönetim, bilim müesseselerinden bahsediyoruz aslında. Bunlar öyle güçlü gelmişler ki, evrenselleşmişler. Bu evrenselleşme gönüllü de değil, kolonyalizmle olmuş. Oysa tüm dünyada değişik şiddetlerde gözleniyor olması bir sistemin evrensel olduğunu, ya da tüm kültürler için geçerli mutlak doğruları içerdiği anlamına gelmez. Bu nedenle dünya bugün bir demokrasi krizine girmiştir.
Böyle söyleyerek Batı demokrasisini külliyen kötülüyor değiliz. Çürüme prensibinin ve kısıtlı kaynakların olduğu bu dünyada daha adil bir düzen tasavvuru hep olmak zorundadır. Batı'nın attığı bu adım da toplam dünya uygarlığı içinde değerli bir yere oturur. Ama bu değeri mutlaklaştırmak, yıkıcı yanlarını görmezden gelmek ve onu eleştirilemez bir noktaya koymak da kontrolsüz, hadsiz bir metafizik dünyaya savrulmak demektir. Batı demokrasisinin zayıf karnı, fayda merkezli bir metafizik sistem kurmuş olmak, kendini mutlaklaştırmaktır. Bu mutlaklaştırma, bugün sayısı çok az imtiyazlı bir çevreyi gözetiyor.
İşte, böyle kurulan ve mutlaklaştırılan Batı demokrasisi kurumları, aslında birer iktidar yerleştirme ve onu koruma aygıtı olarak çalışmaktadır. Bugün bizler bu kurumların temelindeki aklı bilmediğimiz için Mısır'da bir diktatörün seçilmiş bir devlet başkanını devirmesini destekleyen AB ve ABD'ye şaşırıyor ve demokrasiye ihanet ettiklerini iddia ediyoruz. Bunu yaparken, Batı demokrasi ve kurumlarına mükemmellik atfediyoruz. Çünkü Batı zihniyetinin devşirdiği orta dünyalılarız.
Gelelim Türkiye'ye...
12 yıllık AK Parti hareketi bugün geldiği nokta itibarıyla büyük bir kuşatma altında. Bu kuşatma, eski darbe versiyonlarından farklı olarak demokrasi söylemlerini ve modern kurumların gücünü kullanıyor. Paralel yapı askerle darbe yapmak yerine, yargı, istihbarat ve güvenlik bürokrasisine sızarak “yolsuzluk” temalı 17/25 Aralık Darbesi'ni icra ederken, Gezi'de açık bir küçük burjuva ayaklanmasının şiddet ve nefret içeren yönleri de medya, STK ve akademiler tarafından demokrasi talebi olarak makyajlanıyor. Bugün medya, PKK, DHKP-C ve MLKP'yi diktatörlüğe karşı mücadele eden kuvvetler olarak destekliyor ve ona lojistik temin ediyor. Odalar, sendikalar, aydınlar, akademisyenler de vurucu güç olarak açık bir darbeyi demokrasi mücadelesi olarak sunma çabası içindeler. Hatta eminim büyük bir kısmı bu yaptıklarının doğru olduğuna inanıyor da.
Ve bu kalkışmaya BBC, NYT, hatta HRW, CPJ gibi kurumlardan da destek geliyor. Ülke içindeki Batıcı imtiyazlıların dışarısı ile uyumu dikkati çekiyor.
Bizler de onların kendileri ve demokrasi ile çeliştiklerini iddia ediyoruz. Şüphesiz, Batı demokrasisinin parlak yüzü ile çelişiyor da. Ama bu parlak yüz hiçbir zaman Batı'da da genel kaide olamadı ki, burada olsun.
AK Parti ve Erdoğan bu noktada devşirilmeye itiraz ettiği ve bağımsızlaşmaya doğru belki de kervan yolda düzülürken meylettiği için hedef oldu. One Minute bizim sandığımızdan da etkili oldu Batı'da. Sadece İsrail meselesi değildi bu. Yukarıda yapmaya çalıştığım yapısökümü, iki kelime ile deşifre ettiği içindi. Yani Batı demokrasisi simülasyonunu bozduğu için büyük nefret çekti. Onun zayıflığını ortaya koydu. Çünkü zayıflıyor, kendi sınırlarına aşık olarak yenilenemiyordu.
Bu manada çok büyük tarihsel bir çelişkiye, Batı'nın ontolojik sorunlarına, yani arı kovanına çomak sokmuş olduk.
Kurumlarımız zayıf ve Batı kurumları kadar etkili değil. Milli medyayı eleştirebilirsiniz, ama imtiyazlı medyanın arkasında böyle güçlü bir ittifak ve tarihsellik var. Üstelik bu tarihsellik içinde çok güçlü ve parlak başarılar da var. Medya, STK'lar aysbergin görünen yüzü. Gücünü köklerinden alıyor ve tabii ki ortak fayda etrafında çok uzun zamandır senkronize olmuş durumdalar.
O yüzden PKK ile imtiyazlı medyanın arasındaki mesafe de bizim sandığımızdan çok daha az. Her zaman öyleydi. Teyakkuz halinde, gayrımeşru çocuklar da yardıma çağrılıyor. Onları birleştiren laikçilik şemsiyesi altında verdikleri ortak fayda savaşıdır.
Türkiye'deki dindarlar ve AK Parti alternatif paradigma işaretleri verdikleri ölçüde bu kavganın muhatabı, hedefi olacak. Bu hem dünya için, hem de bizler için onurlu bir rol. Onurlu olması başarıyı garanti etmiyor. Ama bir şans olduğu da gerçek.
O yüzden de tüm Dünya Türkiye'de şu an.