Bir kaset operasyonu ile, aday olmadığını açıkladıktan 48 saat sonra CHP'ye genel başkan olan, bu tarihten itibaren girdiği her seçimi kaybeden bir siyasinin, 1 Kasım'dan sonra izleyeceği iki yol olabilirdi. Çünkü bu seçimlerde CHP, konjonktürel olarak yan yana gelen beş benzemezlerin yarattığı anaforu arkasına almıştı.
Belki de kaset operasyonunu yapanlardı o günleri asıl öngörenler…
Bu yollardan ilki, hızlı bir toparlanma süreci planlamak, halkın taleplerinden ve onun onayından başka bir ittifak aramama konusunda ilkesel bir tutumu partisine benimsetmek olabilirdi. 7 Haziran öncesine benzer olağanüstü durumun bir daha mümkün olmayacağını düşünerek, partisini hızla bu bataktan uzaklaştırmak için yeni Anayasa ve sistem sorununda özne olmayı seçebilir, bir şans yaratabilirdi.
Kılıçdaroğlu ikinci şıkkı seçti. Halkla değil, ittifaklarla yol yürümeye, siyaseti dizayn merkezlerine göz kırpmaya, negatif siyaset yapmaya ve kirli bir dil kullanmaya devam etti.
Son olarak yine Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a burada yinelemek istemediğim (Batılı tasvir etmekten, çoğaltmaktan kaçınmak gerekir) sinkaflı sözler sarf etti. Sayın Erdoğan'a bir zararı dokunamaz. Sadece yine kendisini küçülttü, Sayın Erdoğan'ı seçenlere ve temsil ettiği milyonlarca CHP'li seçmene de büyük saygısızlık etti.
Peki Kılıçdaroğlu neden böyle bir tercih yaptı?
Nedenleri çokça olabilir ve öyledir de. Mesela, kaset komplosunu Baykal'a yapanlardan ürküyor olabilir. Deniz Baykal'a yapılan operasyon şahsına değil, CHP'nin kurumsallığına yapılmıştı çünkü. Böyle bir durumda, Baykal'ın arkasında durmak ve CHP'yi dizaynlardan korumak her CHP'linin göreviydi. Ama CHP, parti içi hiziplerin çekiştirmesinden hiç kurtulamamış bir bürokratik kurum olduğundan, kozmik odasına yapılan vuruşu önleyemedi.
Hiçbir ilkeli siyasi, CHP'ye böyle bir kuşkulu müdahaleye uğrarken, kendi kariyerini düşünmezdi. Kılıçdaroğlu tamah etti ve şimdi bunun diyetini ödemek durumunda. Bundan daha öte bir ilişkisi umarım yoktur. Çünkü paralele dönük davalarda bu önünde sonunda ortaya çıkar.
İhtimal vermediğimiz bu ikinci şık geçerliyse, zaten Kılıçdaroğlu'nun kendi başına bir aktör olmadığı ortaya çıkar. Deşifre olmaktan kurtulmanın Sayın Erdoğan'dan kurtulmakla aynı anlama geldiğini ve tarihi değiştirerek paçayı sıyırmak gerektiğini bilerek hareket etmektedir.
Tabii başka nedenler de var…
AK Parti, CHP'nin antitezidir. Kimse aptal olmadığına göre, bunu bilenler 7 Haziran sonrası AK Parti'yi CHP ile evlendirmek için üstün çabalar sarf ettiler. Çünkü böyle bir evliliğin, AK Parti'nin Sayın Erdoğan ile ilişkisini kesmek için eşsiz bir gerekçe yaratacağını, CHP ile koalisyon yapan AK Parti'nin seçmeni nezdindeki tüm özelliğini kaybedeceğini biliyorlardı. Muhtemelen 1 Kasım'dan sonra da koalisyona cevaz veren bir durumun ortaya çıkacağını bekliyorlardı.
Şimdi, varlığını Eski Türkiye'ye borçlu bir CHP'nin, başkanlık gibi devrimci bir adımın kendisi için bir son olacağını düşünmesi beklenir bir durum. Haliyle, Sayın Erdoğan, kendilerini böyle kurdukları için onlar için bir tür Azrail niteliği taşıyor. Aslında Erdoğan'da sembolleşen tehlike, milletin kendisidir. Millete de “artık” açıkça savaş açılamayacağına göre, lidere saldırmaktan, bunu bir kişinin ihtirası olarak göstermekten başka yol kalmıyordu.
Dolayısıyla, AK Parti isterse yüzde 70 oy alsın; bu türden muhalefet, aydın, medya, STK, oda, sendika ve bürokrat tipi çabalarına ve varolmaya devam edecektir. Türkiye, grupların, kliklerin ele geçiremeyeceği türden bir yönetim sistemine geçmeden, operasyonlara maruz kalmaya devam edecektir.
Başkanlık Sayın Erdoğan'a değil, çocuklarımıza gerekli olan devrimin adıdır. Değil 10, 110 seçim de kaybetseler, ele geçirebilecekleri bir yönetim sistemiyle yaşamaya devam ettiğimiz müddetçe denemeye devam edecekler.
Her zaman da kendilerine yeni ittifaklar bulacaklar.