Bazen kişisel veya toplumsal hayatımızda önemli kırılma anları olur. O kırılmanın pozitif veya negatifliğine bağlı olarak, hayatımızın değişeceğini düşünürüz. Doğrudur; mutlaka değişir. Daha zor veya daha kolay günler bizi karşılayabilir. Ancak hayat sona ermez.
Genellikle ağır kırılmalarda hayatın sona ereceğini veya bir cennete varacağımızı farz ederiz.
O da öyle olmaz. Her başarı kendi handikapları, her başarısızlık da kendi imkanları ile bize gelir.
Verdiğimiz her kararda hayat değişmektedir. Toplumsal hareketler ise dünyayı değiştirmektedir. Değişim keskin olursa bu değişimi
daha kolay fark ederiz. Tedrici değişimler ise yavaş yavaş üzerimizde etkilerini gösterir.
Kişi ölene, dünya yok olana kadar değişim devam edecek. Bizler de kararlar almaya, bu kararların sonucuna katlanmaya, mücadele etmeye devam edeceğiz.
O nedenle, varoluş devam ettiği müddetçe, ümit de kavga da son bulmaz. Dolayısıyla hem ümit hem ümitsizlik birbirinin içine geçmiş şekilde varlığını sürdürür ve bizlere hayata nasıl bakacağımıza dair bir seçenek sunar.
Bu nedenle, hayatla, toplum ve insanlarla ilgili kesin yargılara varamayız. Dünyanın en zengin toplumları veya insanları dünyanın en mutluları değildirler mesela. Maddenin merkezi önem kazandığı modern zamanlarda böyle kabullenme eğilimi olsa da, hayat bu kabulü doğrulamaz.
Çünkü mutlu olma meselesi, maddi şartlar kadar, manevi zenginliğimizle, hayata bakış açımızla ilgilidir. Bu bakış eğer sorunluysa, dış şartlar bir oyalanma vesilesi ve hatta insanın sırtında bir yük olur. Doğru ya, para ve başarıyı mutlu olmanın merkezine koyduktan sonra, bu amaç gerçekleştiğinde mutluluk ve huzur ortaya çıkmıyorsa, kişi tüm ümidini kaybeder.
Geçtiğimiz günlerde ağır bir kanser hastasını ziyaret ettim. Henüz yeni evli bir genç kadın, ağır ve acılı bir hastalık süreci yaşıyordu. Kocası ona, o kocasına aşıktı ve birbirlerine doyamadan bu ağır hastalık üzerlerine çökmüştü. Zaten zar zor, borçla kurdukları yuvada rahat yüzü görmeden büyük sorunların içine yuvarlanmışlardı. Ben onları nasıl teskin edeceğimi düşünürken, o evde teskin edildiğimi, bu yüce yürekli insanların çevrelerine büyük bir tanıklık ifa ettiklerini fark ettim. Sevgileri, şükürleri, tevazuları, çabaları etraflarına ışık gibi yansıyordu. Evet, çok üzücü bir durumdu ama o evde ümitsizlik yoktu.
Rahmetli babam, nasıl bir hikmetse, gençken hastanelerin acillerine, ağır ceza mahkemeleri duruşmalarına gidermiş. Bunu bana anlattığında garipsemiştim. Bunu daha fazla şükretmek ve hayatı tanımak için yaptığını söylemişti.
Stefan Zweig, 2. Dünya Savaşı sırasında Avrupa'yı terk ederek Güney Amerika'ya gitmiş, daha sonra da “Dünyada ayaklarımı basacak bir yer kalmadı” diyerek karısıyla birlikte intihar etmişti.
Bu ve buna benzer tavırları çok kibirli bulmuşumdur. Auschwitz'de insanlar ayakkabılarını yiyerek hayatta kalma mücadelesi verirken, dünyanın bütün yükünü kendi sırtına hissederek oyun dışına çıkmanın, kibrin başarısızlık karşısında kendisini imha etme eğilimi ile açıklamak mümkün. Biz kimiz ki dünyanın bütün sorumluluğunu üzerimizde hissedelim? Cioran'ın dediği gibi: “Her gün bir insanın içinde sahte bir peygamber doğar ve dünya daha da kötü bir yer haline gelir.”
Hazreti Ali: “Zalimin karşısında eğildiğinde hakkını, doğrulduğunda ise şerefini kaybedersin” demişti. Bana bu değerli sözü hatırlatan Mustafa abiye de buradan selam ederim.
İnsanın izzetini kaybetmesi gerçek ölümdür.
Mutluluk ve huzur zenginlik veya başarı geldiğinde değil, insan izzetini ve insan olma şerefini koruduğunda, arttırdığında gelir. Şüphesiz fakir olmak bir günah olmadığı gibi, zengin olmak da değildir.
O yüzden kendi kararlarımıza sahip çıkmalıyız. Çünkü gelecekteki biz, o kararların kuluçkasında saklıdır. Hayata karşı aldığımız tavır, kendimizi hayatta ve toplumda konumlandırma biçimimiz kritik önemdedir. Bu konuda sorumluluğu başkalarına devredemeyiz. O nedenle hem dinlerde, hem hukukta akli dengesi yerinde olmayanların cezai ehliyeti yoktur. Sorumluluğumuz bize verilenler kadardır.
O nedenle zengin, güçlü kişiler, öğretmen niteliği kazanmış olanlar, yöneticiler, din alimleri, anne ve babalar, kendilerine emanet edilenlerden sorumludur. Kendisini diğerlerinden daha zeki, güçlü ve muktedir bulan insanlar sevinmemeli, bunların hesabının mutlaka verileceğini bilmelidir.
İnsanları, hatta kendimizi kandırdığımızı düşünebiliriz. Bu büyük bir yanılgıdır. Bu yanılgı büyük bir pişmanlık veya artık bu pişmanlığı hissedemeyecek denli canavarlaşmış, duyarsızlaşmış, insan olma izzetinden mahrum kalmış bir varlık olarak bizlere döner.
Bu ve bunun gibi yazıların hesabı da bunları yazandan mutlaka sorulacaktır. Zannedilenin aksine, bizi yargılayacak olan bizim sözlerimiz, eylemlerimiz olacak.
Hayırlı seçimler diliyorum.