Değerli meslek büyüğüm Mehmet Barlas'ın pazartesi günkü “Siyasetin üzerinde 'Aldatılmışlık sendromu' var” başlıklı yazısını okurken, aklıma gelenleri karalamaya çalışacağım bugün.
Şöyle diyordu Barlas…
“ (…) şu anda çok sağlıklı beyinleri ve çok geniş kesimleri de etkileyen siyasal ruh durumunun 'Güvensizlik krizi' olduğunu görmemiz gerekir. Bunu 'Aldatılmışlık sendromu' şeklinde de niteleyebiliriz.
(...)
Acaba 'Aldatılmışlık duygusu'nun ağır bastığı bu süreci ne zaman geride bırakabileceğiz? Yargının, polisin bünyesinde açılan paralelci yaralar ne zaman onarılmış olacak? Türkiye'yi kanlı terör eylemlerine sahne kılanlar, ellerini demokrasimizden ve istikrarımızdan ne zaman çekmeyi akıl edebilecekler?”
Barlas'ın dikkati çektiği bu önemli konu üzerinde ben de düşünüyorum uzun süredir. Çünkü aldatan ile aldanan arasındaki ilişkinin doğru şekilde tahlili ile ancak bu süreçten en az hasarla ve neden olmasın ciddi bir başarıyla çıkabiliriz.
Nedir o başarı?
Huzurlu, özgür, müreffeh ve mutlu insanların yaşadığı demokratik bir Türkiye… Kimliği, mezhebi, etnisitesi, meşrebi, cinsiyeti, sosyal grubu ne olursa olsun, insanlarının eşit ve güvende oldukları bir memleket. Bizim memleketimiz…
Aldatanlar üzerinde hükmümüz olmadığına göre, aldananlar olarak doğru duyguları ve doğru düşünceyi yakalamak gerekiyor. Çünkü aldatılma öfke yaratır ve öfke aklı perdeler.
Aldatılma hikâyemiz oldukça eskidir ve heyulası eski Türkiye devletinin üzerinden eksik olmamıştır. Devletin kendi vatandaşını tehdit olarak görmesinin kökleri, çözülme yüzyılı olan 19. asrın tamamında ve 20. asrın ilk çeyreğinde bulunabilir.
Genç Türkler'in 2. Abdülhamid'i hal etmeleriyle başlayan reform girişimleri Arnavutluk, Makedonya, Batı Trakya, Bosna Hersek, Trablus ve Bingazi'nin kaybıyla sonuçlanmıştı.
“Genç Türklerin uğradığı düş kırıklığı hızlı ve derin olmuştu” der Toynbee…
Barlas'ın bahsettiği aldatılmışlık, kuşatılmışlık ve korku hislerinin tepe yaptığı nokta Balkan Savaşları'nda yaşanan felakettir. Özellikle Arnavutların isyanı büyük depresyona yol açmıştır.
Oysa aynı düş kırıklığını, İttihatçılara güvenerek ittifak yapan Osmanlıcı liberaller, Hıristiyan, Kürt teba ve diğerleri de yaşıyordu. Çünkü İttihatçılar'ın 1908 ile uygulamaya koyduğu reformlar, Osmanlı'nın en kudretli döneminde dahi aklına getirmediği bir Türkleştirme operasyonuna dönüşmüş, demokratikleşme sözleri ya tutulmamış, ya da tutulamamıştı.
Oysa, başat paradigma artık milliyetçilik ve ulus devletlere işaret ediyordu. İttihatçıların 1908 ile başlayan süreçte umduklarını bulamayacakları, kendilerini milliyetçilik ruhuna kaptırmış olmalarından zaten belliydi. Zehir damarlarda akıyordu artık.
Bu düş kırıklığı öfke yarattığı için, duygular akla hakim gelmiş, kayıpların toptan giderilmesi için İttihatçılar Almanya'nın yanında ve en büyük düşmanları gördükleri Rusya karşısında Büyük Dünya Savaşı'na girmişlerdi. Bulanan sularda Şark Sorunu'nu da kökten halledecek bir Ermeni tehcirine olanak tanıyordu büyük savaş.
Aldatılmışlık hissi giderek büyüyecekti. İttihatçıların savaşı kazanmak için ilan ettikleri cihada, Hintliler, Rusya Müslümanları, Mısırlılar, Afganlar, İranlılar, Mondros'a kadar hiçbir cevap vermeyeceklerdi. Ülkemizde İttihatçıların devamı olan kesimdeki Arap ırkçılığının kökeni bu aldatılmışlık hissine dayanır. (Çanakkale Savaşı'nı bunun dışında tutmak gerekir.)
Nitekim, Orta Anadolu'da küçük bir bölgeye Osmanlı'yı hapseden Sevr Anlaşması'na kadar bu aldatılmışlık hissi gittikçe yükselmiştir.
Sevr Anlaşması, 1915'ten itibaren Britanya, Fransa, Rusya ve İtalya arasında gizli şekilde yapılan dört anlaşmanın hülasasıdır. İstanbul (18.03.1915), Londra (26. 04.1915), Sykes-Picot (16.05.1916) ve St. Jean de Maurienne Anlaşması (17.04.1917)…
Bu anlaşmaların hepsi, gözü kararmış çıkarlara dayanan ve bir ulusu yok sayan gizli bir sürece işaret eder. Bolşevik Devrimi ile Rusya bu anlaşmalardan çekilirken, onları ifşa da eder.
Böyle bir durumda ülkenin kuruluşu/kurtuluşu, ancak bu olumsuz ruh durumundan çıkmakla mümkündü.
Mustafa Kemal'in en büyük başarısı da, İttihatçıların hatasından ders alması, halka özgüven aşılaması, gücünü ve hedefini rasyonel şekilde belirlemesiydi. Britanya ve Fransa'nın savaş yorgunluğunu, Rusya'nın Türkiye'yi destekleme eğilimini iyi değerlendirdi. (Kemal'in yıkıcı iç pratikleri, bu başarıyı görmeyi engellememelidir.)
Yani Türkiye tarihe beklenmeyen bir cevapla yön vermeyi başarmıştır.
Bugün de yeni aldatılmışlık hisleri ile yüz yüzeyiz. O zaman tuzaklar da fırsatlar da yanı başımızda demektir.
Bakalım 1. Dünya Savaşı'nı bitirebilecek miyiz?