Beyaz Türk ve zenci Türk terimleri politik lügatimize yerleşti. Çünkü bir karşılığı var. Batıcılaşmanın kritik kavşaklarından olan Tanzimat ve Islahat fermanlarından itibaren ülkeye giren çelişkinin bugünkü safhasını yaşarken, karşı karşıya getirilen/gelen iki politik akımı anlatmak için oldukça işlevsel.
Öncelikle şu tesbiti yapalım. 1500. yıldan bir çizgi çekersek, kendisini o tarihten bugüne (doğal gelişimi içinde) getirebilen tek kültür Batı uygarlığı. Bu uygarlık o kadar parlak başarılar elde etti, rakipleri ile o kadar farklılaştı ve onları etkiledi ki, diğer uygarlıklar onun kötü birer kopyaları haline geldiler. Amazon ormanlarının derinliklerinde yaşayan yerlilerin üzerinde imitasyon Nike tişörtünü gördüğünüzde hissettiğiniz o kötü his buna dair.
Batı'nın her alanda yaptığı sıçramadan Osmanlı ve Türkiye'nin de etkilenmemesi beklenemezdi. Üstelik Osmanlı/İslam, Batı uygarlığının kurucu ötekisi idi. Onu diri tutan, ama yok edemeyen, kapsayamayan bir tehdidi/karşıtlığı ima ediyordu. Eğer Avrupa'da o dönemler “Türkler geliyor” alarmı olmasa, keşiflerin yaşanması, savaş ve tarım teknolojisinin ilerlemesi aynı hızda olmayacaktı muhtemelen. Bunun dışındaki bir diğer faktör, Avrupa'nın Osmanlı'nın en güçlü döneminde bile ona direnmek adına gücünün tamamını ayırmamış olmasıdır. Bu sayede artırılan para, enerji ve siyasi akıl modernitenin başlamasını sağlayacaktı.
Osmanlı'nın 16. Yüzyıl'da acı gerçeği fark ettiğini, ama Avrupa'nın yaptığı türden tarihe farklı bir tepkiyle yön veremediğini görüyoruz. Bu güçsüzlük ve panik hissinin ise çareyi Batı'yı taklit ederek bir kurtuluş şansı elde etme çabasını doğuracağı belliydi. Ve tabii bunu devleti yönetenler yapacak ve halka dayatacaktı.
Aslında Batı etkisinin ülkeye girdiği ilk tarihlerden beri toplu olarak batılılaştığımızı görmek lazım. Yani bugün Beyaz/Zenci Türkler zıtlığı, daha az/daha çok batılılaşmış olma meselesinden çok, politik gücün hangi ideolojik parantez içinde işlevselleştiği ve onu hangi kesimin sahiplendiğidir.
Bu çerçeve laiklik, sahiplenen kesim ise laikçi elitler olmuştur. Laiklik, ülke iktidarını imtiyazlı şekilde sahiplenen elit kesimin ideolojik zırhı olma fonksiyonuna sahiptir. Çünkü laiklik sayesinde, dindarlar keyfi şekilde merkezden/iktidardan uzak tutulabiliyor, zencileştiriliyorlardı. Gayrimüslimler ise, farklılığa kapalı ulus devlet milliyetçiliği ile tasfiye edildiler. Her ikisinin de oklar, yeni elitler olarak dindar olmayan ama Türk olan yeni modeli gösteriyordu.
Tabii bu tarihsel yer değiştirmeye Batılı yaşam biçimlerinin benimsenmesi de eşlik ediyor, ona kültürel bir derinlik katarmış gibi yapıyordu. Gerici sembollerin, alfabenin, fesin, yöresel, etnik kıyafetlerin fırlatılıp atılması, aslında bir toplumsal kesimin merkezden/tarihten kovulmasına işaret etti. Yeni elitlerden çok daha önce batılı yaşam biçimlerine adapte olan gayrımüslim Osmanlılar ise ırk engeline takılacaktı.
Oysa hep birlikte modernleşiyorduk. Dindarlar bu etkiden muaf değillerdi. Ama ne yaparlarsa yapsınlar laik klübe alınmayacaklardı, çünkü bu iktidarı halkla paylaşmak anlamına gelirdi. Bu manada laiklik, zaten ülkeye geliş biçimi ile sahip olmadığı evrensel anlamından iyice uzaklaştı, hep beyaz Türklere doğru yontan ideolojik bir tırpan haline geldi. O nedenle bu süreçleri anlatırken, Batılılaşma değil, Batıcılaşma, laiklik değil, laikçilik tanımını kullanıyorum.
Türkiye'de bu tarihsel süreç içinde karşı karşıya gelen iki ana akım, böyle şekillendi. Mesele laikler/dindarlar, Batılılar/Doğulular tanımlamasından çok, devlete ve onun tüm imkanlarına hangi kesimin sahip çıkacağı, kimin ise zenci rolüne mahkum olacağıydı. Bu 2000'li yıllara kadar kesintisiz bir şekilde Beyaz Türkler lehine ve zenci Türklerin aleyhine tezahür etti.
Bu sınıflamanın alt kümeleri vardı. İşte Kürtler, gayrimüslimler dindar Türklerle aynı kümedeydi.
3 Kasım 2002 tarihinde ülkeyi yönetmeye başlayan AK Parti, Erdoğan ve dindar tabanın ortaya çıkışının kökü bu 200 yıllık çelişkide aranması gereken tarihsel bir olaydır. Politik güç elde etmek isteyen bir toplumsal kesim AK Parti'nin doğuşunu sağlamış, güçlü liderlik ile Milli Görüş tabanı büyüyerek tüm zencileri içeren, onları alıp merkeze taşıyan bir siyasi fenomen haline gelmiştir.
AK Parti reformlarının beyaz Türklerin aleyhine olmadığı gibi Türkiye'ye çağ atlatması “hafifletici neden” değildir. Hatta bu durum beyaz Türk burjuvazisinin sinirlerini daha da bozmaktadır. Çünkü kurucu babaların onlara anlattığı hikayeye göre, Osmanlı dindarlar ve din yüzünden batmıştı ve onlardan iyi, rasyonel bir şey çıkamazdı. Ama seksen yılda ülkeyi batıran beyaz Türklerin tüm enkazını/suçlarını/pisliğini temizlemek de zencilere (Erdoğan/AK Parti) düştü. Bunun takdir görmesini beklemek, normal şartlarda anlamlı olabilir; ama elitler tüm ülkenin sahipliğini kaybederken, tüm ülke vatandaşlarının kazanıyor olmasının teselli edici bir yanı yoktur.
Erdoğan'ın bu kadar ağır bir depresyon nedeni ve nefret sembolü olmasının nedeni onlara anlatılan kurucu hikayenin yalan olduğunu hatırlatmasıdır. Büyük anlatı çökmüştür. Zencilerin başarısı beyazların başarısızlığı, zencilerin kazancı beyazların kaybı gibi hissedilmektedir.
Bu hikayenin tersine dönmesi için PKK'lı, cemaatçi veya DHKP-C'li dahi olabilirler, ülkenin bölünmesine, içsavaşa razı olabilirler.
Çünkü ahlaki olmayan bir üstünlüğün kaybı gayriahlaki tepkiler doğuracaktır.