Adalet ve atalet...

04:0019/07/2015, Pazar
G: 13/09/2019, Cuma
Markar Esayan

Doğulu toplumların Batının proletaryası olduğu, yani işçi sınıfı gibi, işçi devletlerin de varolduğu gerçeğini bilir ama bu netlikte pek dile getirmeyiz. Oysa Afrika'dan Amerika kıtasına taşınan köle işgücü, Batı medeniyetinin ekonomik kalkınmasının ana motorunu oluşturuyordu. Arenaların futbol stadlarına dönüşmesi gibi, kölelik de sadece biçim değiştirdi ve Batı'da göçmenlere dayatılan ağır şartlar veya Doğu'da Nike'a çalışan ucuz işgücü olarak varlığını sürdürdü.Böylelikle Avrupa 19. yüzyılın

Doğulu toplumların Batının proletaryası olduğu, yani işçi sınıfı gibi, işçi devletlerin de varolduğu gerçeğini bilir ama bu netlikte pek dile getirmeyiz. Oysa Afrika'dan Amerika kıtasına taşınan köle işgücü, Batı medeniyetinin ekonomik kalkınmasının ana motorunu oluşturuyordu. Arenaların futbol stadlarına dönüşmesi gibi, kölelik de sadece biçim değiştirdi ve Batı'da göçmenlere dayatılan ağır şartlar veya Doğu'da Nike'a çalışan ucuz işgücü olarak varlığını sürdürdü.

Böylelikle Avrupa 19. yüzyılın liberal demokrasi rüzgarlarıyla yelkenlerini şişirebildi. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra yaşanan 50 yıllık müthiş refah dönemi, Avrupalı beyaz işçilere tanınan ileri sosyal haklar, bu döneme sosyal demokrat partilerin damgasını vurabilmesi, işsizliğin/fakirliğin stratejik ürün olarak Doğu'ya ihraç edilmesi sonucu mümkün oldu.

Filistin sorununu veya Arapların (Müslümanların) geri kalmışlığını, bir yılda basılan kitap veya alınan patent sayısı ya da tüketilen tuvalet kağıdı azlığına bağlamak kolay. Veya bu argümanı kolaylıkla Doğu'nun geriliğindeki Batı sorumluluğuna eşitleyerek konuyu kısıtlı bir alanda oksitleyebiliriz. Ancak bu, durumu anlamaya ve doğru soruları sormaya neden olmaz. Çünkü mesele bundan büyük bir şeydir.

Batı'nın sorumluluğunun Arap ataletine gösterişli bir kamuflaj olduğu, postkolonyal çalışmaların, Said veya Foucault'nun yapısökücü faaliyetlerinin mağduriyet afyonuna yol açtığı iddiaları da hafifsenemez. Ama mesela yine bu argümanı, Mursi'nin darbeyle düşürülmesi, Hamas'ın sivil siyasete uyum çabalarına set çekilmesi veya Gazze saldırılarına eşitlediğinizde, durumu anlamaktan uzaklaşmak bir yana, meşrulaşmasına katkıda bulunuyor olabilirsiniz. Çünkü bunlar eşitlenerek birbirilerini götürecek eşdeğer durumlar değildir.

Ben sorunun bizi ırkçılık meselesiyle yüzleştirdiğini düşünüyorum. Toynbee diyor ki: “Yeni Dünya'ya yerleşen İngilizce konuşan uluslar oradakilerle kaynaşamadılar. Orada bulunan özgün kabileleri hemen hemen yok ettiler. (...) İngilizce konuşan insanların başarısı, insanlığı bir ırk sorunuyla karşı karşıya bıraktı.”

Şimdi, kim Irak'ın, Afganistan'ın işgalinin, temelde bir grup ulusun (çokuluslu dev şirketlerin) refahına karşılık, başka bir grup insanın hayatına malolmadığını iddia edebilir? Bosna veya Suriye'de öldürülen insanlar, temelinde böyle bir dünya düzeninin ihtiyaç duyduğu bedel olarak kolaylıkla gözden çıkarılabildi. Bu bize ırkçılığın değişmeyen tanımını veriyor. Bir insan grubunun en vahşi şekilde öldürülmesinin sorun olmadığı bir anlayışı ırkçılık dışında nasıl tanımlayacağız?

Hıristiyanlık, yeni değerler manzumesi içinde mobilize olan esir ve kölelerin hareketiydi, çünkü Yunan/Roma uygarlığı adaleti tesis etmekten uzaklaşmıştı. Roma'nın çöküşünü Hıristiyan ahlakına bağlayan görüş miyoptur, çünkü Roma çoktan çökmüştü. Nedeni değersizlikti. Adaleti sağlayan değerlerdeki aşınma imparatorluğun sonunu getirdi. Aynı şey Arap Yarımadası'ndaki adalet eksikliğine karşı bir köle, mazlum hareketi olarak gelişen İslam için de geçerlidir. Yine Toynbee'ye göre, Müslümanlar arasında ırkçılığın kaldırılması İslam'ın kalıcı başarılarından birisiydi. Ve bu başarı hala İslam'ın dünya için anlamlı katkılar yapabilmesini mümkün kılmaktadır.

İşte bu nedenle, İslam dünyadaki modern köleler için bir cazibe merkezi. Bu cezibeyi DAİŞ gibi katostrofik örneklerle değersizleştirmek, daha yumuşak bir geçiş için İslam'ın sunduğu imkanları da berhava etmek anlamına geliyor. Dünyanın Batı tarafından zaptının neden olduğu karışıklıkları, tedrici, barışçıl, yaratıcı sentezlerle rehabilite etmek daha iyi olmaz mıydı?

G20 veya BRİC ülkelerinin önünü kesmek için Batı ırkçı yöntemlere devam ederek bir 3. Dünya Savaşı'nı göze alabilir mi? Seküler bir tövbeden geçmiş Batı için Mısır veya Türkiye'deki muhafazakar hareket bir mucize olarak görülürdü. Bir Doğu'ya, bir Batı'ya savrulduktan sonra dünyanın bir sentezde buluşması, insan uygarlığının en değerli ürünü olan eşitler arasında bir müzakere durumunu ortaya çıkartabilirdi. Bu en azından denenmeye değer bir projedir. Bir tarafın diğer tarafı tahakkümü, köleleştirmesi, ırkçılıkta diretmesi yerine, adil bir rekabet düzenini oluşturmak, en azından üzerine basabileceğimiz bir toprak parçasına sahip çıkmak olurdu.

Diyelim ki, Ortadoğu'da yaratılan ateş topu Türkiye'ye, oradan da Balkan Müslüman coğrafyasına sıçradı. Suriye'yi Orta Avrupa'ya taşımanın nasıl sonuçları olacaktır acaba?

Kendi dinamikleri ile tüm zorluklara rağmen şiddete başvurmadan demokrasisini geliştiren Türkiye'ye dönük bu tahammülsüzlüğün ahmaklıktan öte, Batı'nın ne yapılması konusundaki düşünce fakirliğinden, kibir veya onunla aynı şey olan güvensizlikten kaynaklandığını düşünüyorum.

İşte “One Minute”, “Dünya beşten büyüktür” söylemi, bu güvensizliği açığa çıkardığı için de çok nefret çekti. Çok değerliymiş gibi muamele edilen bir kofluk, vicdanlarda karşılığı olan gerçek bir ahlaki duruş karşısında, kendini çıplak hissetti, histeri krizine kapıldı.

Hikayenin en temel kavramı adalet ve adaleti ıskalayan hiçbir uygarlığın ayakta kalması mümkün değil. Çünkü adalet, evrenin işleyişindeki mükemmeliğin ve görev dağılımının hayatımıza tercüme edilmiş hali.

Hasılı, adaletle toplamayan dağıtıyor demektir.
#One Minute
#Doğulu toplumları
#işçi sınıfı