Osmanlı 16. Yüzyıl'da Batı'nın üstünlüğünü görmüş ve bir şeyler yapma zorunluluğu hissetmişti. Reformcu sultanlar orta yolu seçerek Batı'nın askeri, hukuk ve eğitim alanında taklidine başvurdu. Bu kısıtlı senkronizasyon süreci bürokrat sınıfını oluşturmuş, sultanlar ile Batıcı bürokratlar arasındaki işbirliği Abdülhamid Han döneminde sona ermişti. Çünkü yüzeysel Batıcılaşmanın Osmanlı'yı parçalanmaya götürdüğünü Abdülhamid Han görmüştü. Sorun şu ki karşısındaki yerli/yabancı ittifakı etkisizleştirecek bir çıkış formülü de bulamıyordu. Batı'ya hayran olan ama onu anlamayan bürokratlar ise, üst yapı kurumlarını Batıcılaştırmanın, halka da bunu dikte ettirmenin ülkeyi kurtaracağına dair samimi sayılabilecek bir gayret/inanç içindeydiler.
Batıcı bürokratların ve aydınların sultan ile girdiği mücadele, sınıfsal bir tabana dayanmadığı için, devletin ele geçirilmesi (kurtarılması) halka rağmen bir vesayet hareketi olmuştur ve bu karakter bugüne kadar pek değişmemiştir. Vesayet kurumlarımızın önde gelenlerinin asker, yargı, medya ve eğitim kurumları olması ile Osmanlı'da Batıcılaşmanın bu kurumlarda başlaması arasında doğrudan bir ilişki vardır.
Oysa Batılı anlamda sınıfa tekabül etmese bile, sultana karşı girişilen batıcı bürokratik darbelere karşı halkın tarihsel anlamda sultanın yanında yer aldığı, yani İslamcı karşı akımın daha tutarlı ve halkçı olduğu söylenebilir. (Bunu yarın AK Parti sosyolojisinin doğuşu ile ilişkilendireceğiz.)
Nitekim, Mustafa Kemal, emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşı'nda İslamcı halka dayanmış, Milli Mücadele kazanılmadan saltanat ve hilafete dokunmamıştır. Çünkü meşruiyetin kaynağı halktır ve henüz devlet boşlukta sallanırken, yani devlet halka karşı kullanılmaya hazır değilken, onu karşınıza alamazsınız.
Onun Kurtuluş Savaşı'ndan sonra halktan kopuşu Batıcı vesayetin yeni ülkeye adapte olmasını sağlamıştır.
Türkiye'nin Batıcılaşma ile başlayan ve bugüne gelen hikayesinde, iki ana akımın olduğunu, bunların “Batıcı/laikçi bürokratik vesayet” ve “dindar halk” şeklinde adlandırabileceğimizi söylemiştik.
Bu ikisi arasındaki ana fark, ilkinin halksızlığı (gayrimeşruluğu) ile devlete hakim olması, meşruiyetin kaynağı olan halkın bu yapıya karşı konumlanırken, etkili/kalıcı bir karşı atak/siyasi hareket geliştirmesini önlemiş olmasıdır.
1 ve 2. Dünya savaşlarında Batı'da oluşan yorgunluk, Britanya ile Rusya'nın “pat” durumu ve Mustafa Kemal'in geçici otoritesi ile oluşan boşluk, savaş sonrası yenidünya düzeninde ortadan kaldırılmış, Türkiye'nin 1952'de NATO'ya alınması ile kurumsal vidalar sıkılmıştır.
Merhum Menderes'in bu anlamda meşruiyeti NATO destekli kurumlarda değil, halkta araması, hatta ikinci döneminde ekonomik kapandan kurtulmak için SSCB ile ilişkilerini çeşitlendirme denemesi affedilmemiştir. Yani Tanzimat'la başlayan laikçi fetih süreci, 27 Mayıs Darbesi ile tamamlanmış, on yılda bir gelen darbelerle de güncellenmiştir.
Solculuğun devirmeciliği de aynı tarihsel süreçte yer aldığı laikçi devleti ele geçirmeci konumdan kaynaklanır.
Bu laikçi fetih, Osmanlı'ya giren batıcı vesayet kurumları eliyle yapılır ve onlar anayasacı toplumu, özgürlüğü, bireyi, hukuku savunan kurumlar olarak sunulurdu. Bu yapı en dipteki gladyodan yukarı doğru yargı, akademi, odalar, sendikalar ve medya tarafından halkçı hareketleri boğmaya dönük bir misyonla görevliydiler ve işverenleri/ilham kaynakları bu topraklardan değildi.
Batı'da 16. Yüzyıl'da ortaya çıkan modern hukuk, sanat, eğitim, sivil toplum ve ulus devlet aygıtı da halk adına değil, ticaret burjuvazisinin çıkarı için tasarlanmıştı. Özgürlük, eşitlik ve refah dendiğinde yeni aristokrasinin faydalandığı kavramlardan bahsedilirdi. Yani sadece Türkiye'deki hikayede değil, işin başladığı Avrupa tüccar/yağmacı kent devletlerindeki seyir de (Hollanda, Britanya ve Fransa devrimleri dahil) halkçı değil, sınıfsaldır. Avrupa'nın başarısı, işsizlik ve fakirliği sömürgelere ihraç ederek toplumsal patlamaları “sosyal/refah devleti” ile önlemiş, bolşevik devrimin Orta Avrupa'da değil, Rusya'da gerçekleşmesini ve orada çürümesini başarmış olmasıdır.
Türkiye'deki Batıcılaşmanın farkı, ithal edilen kurumların en azından bir sınıfa dahi dayanmıyor ve kendini görece olsa da demokratikleştirmiyor olmasıydı. (En azından ilk üç dönemde, aşağıda.)
Türkiye'deki Batıcı/laikçi bürokratik akımın ana misyonu, karşısında konumlandığı halk kitlelerinden bir siyasi akımın çıkmasını engellemekti demiştik. Bu manada Batıcılaşma/vesayete alınma sürecimizi beş ana döneme ayırabiliriz; a) İlk reformcu padişahlardan Abdülhamid Han dönemine kadar olan ilk dönem, b) 1908 Meşruiyet'i ile 1918 arasındaki nihai çöküş dönemi, c) Kurtuluş Savaşı ile Demokrat Parti'nin iktidara geliş dönemi, d)DP ve Menderes'in tasfiyesi ile 3 Kasım 2002 genel seçimleri, e) AK Parti/Erdoğan dönemi...
Yarın devam edelim.